20 Mayıs 2020 Çarşamba

Hakan Günday, Daha Kitap İncelemesi.


                              Ege’de Bir Doğu Masalı

“Babası bir insan kaçakçısı, Gaza da onun çırağı. Henüz dokuz yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta.”
    Sabahattin Ali’nin Ömer’inin iradesini avuçlarının içinde renksiz, şeffaf bir bilyeymişçesine döndüren şeytanına yakarışıyla başlar Gazâ’nın hikâyesi. Omuzlarının üzerinde benimki gibi hummalı bir baş taşıyan insanlardan korkulmalıdır, demişti Ömer şeytanına. Kurbağası el değiştirene, Dordor ve Harmin’den geriye Taliban’ın bombalarından ne kalmışsa o çukurun içinde her yeri toz toprak –ve kim bilir belki talaş- olana değin yuvarlanan Gazâ da on altı yıl boyunca taşımıştı hummalı başını. Dünyanın bir ucundan, bir ucuna… Depodan, hangara… Dokuz yaşında minik bir çocuk, son akşam yemeğinin servis edilmesini, kanlı dişleriyle ekrana gülümsemeyi bekleyen yamyamların arasında büyüyecekti.
    Klasik masallarda ve tiyatro eserlerinde, yazarlar okuyucunun masumiyetini, asillik atfettiği sanat sahnesini aralarına talaş girmiş tırnaklardan korumak için sahnede göstermez yeryüzünün hiçbir çirkinliği… İnsana yakışmayan, vicdanları titretecek hangi kanlı eylem varsa sahnenin gerisinde, gözlerden ırak köşelerde gerçekleşir. Bizlerden olabilecek en uzak köşelerde, yeryüzünün unutulmuş ve umursanmamış köylerinde gerçekleştikleri için, uykularımızda aç kurtlar gibi bizleri avlamak emeliyle pusu kurmuş insanlık dramlarını olmamış sayarız. Görmezden gelmeyi, Kandalıların yaptığı gibi yanlış hatırlamayı seçeriz.  Orta Doğu’daki mezhep savaşlarından, Taliban’ın radyo yayınlarından sonra bombalanan okullardan, gerilla olmaları için ailelerinin daha on ila on iki yaşlarında ellerine silah verdiği, öldürmeyi öğrettiği kürt çocuklarından, savaştan kurtulmak uğruna canını insan kaçakçılarına teslim edenlerden… Hepsinden kaçmayı isteriz, hepsinden kaçmayı beceririz. Başka bir şansımız olmadığı için, Ahad’ın “Ya ben, ya o!” demesi gibi… Ya bizler hatırlayacağız ve vicdanlarımız içimizi çürütecek ya da onlar katillerini seçecek: Taliban’ın on beş yaşında eli silahlı kurbanları mı yoksa onları ‘medeniyete’ taşıyacak olan kaçakçılar mı?
   İşte Gazâ da göçmenlerin Tanrı’larından geriye ne kadar iradeleri kalmışsa onu kullanarak seçtiği cellâtlarından birinin oğlu. Birkaç yıl içindeyse cellâtlardan biri olacak. Kandalı denilen Ege’nin bir köyünde, babası ve klimayı babasına kızdığı için açmadığından havasızlıktan ölümüne sebep olduğu Afgan göçmen Cuma’dan ona kalan kâğıt kurbağasıyla yaşayan bir kazazede. Kazazede… Babası Ahad’ın dünyayı ters döndürüp “Daha.” fısıltılarına evrilmesinden çok önce, doğmadan önce bir kazazedeydi Kandalı’nın dünyaya açılan penceresi. Annesi onu doğduktan sonra gömmeye çalışan, babasının da annesini gömdüğü, onu hamileliği boyunca zincirlediği bir kazazede... Tuvalindeki renkler Ahad’ın direksiyonu uçuruma kırmasıyla aniden değişmişti ancak bütün yaşamı, tutkalla birbirlerine yapıştırılmış karakterlerden ailesini kurmadan önce bir kazaydı. Sonrasındaysa cesetten duvarlar arasında Tanrı’dan kopardığı iradesiyle yönettiği bir film…
   Hakan Günday’ın dünyaya bütün çıplaklığıyla aktardığı bu ‘Doğu Masalı’ Gazâ’nn yakardığı ve linç yasalarıyla beslenen Batı medeniyetlerinin kulağımıza fısıldadığı bir dram hikâyesi aslında. Oyuncuları babasının zorla gerilla kampına yolladığı Felat, bir savaştan bir diğerine kaçan Cuma, doğuştan lider Rastin, Ege’nin lotusları Dordor ile Harmin, kalpsiz iki katil Ahad ile Aruz ve daha yüzlerini karanlıkta yitirdiğimiz nice cesetler olan acımasız, içimizi kaynatan bir film.
    Terör sadece doğudadır, savaş ve kan sadece Avrupalı gazetecilerin ismini telaffuz etmeyi beceremediği Arap şehirlerinde dökülür sandığımız, bizlere “Ya onlar, ya ben!” dedirten bir terazide yaşıyoruz hepimiz. Günday’ın bize çizdiği, Gazâ’nın labirentin farklı olarak bir çıkışı olmayan bu dünya, hepimizi talaşla süpürmeye yeminli. Her şey bir kumaş meselesi, bayraklar, kıyafetler ve adaletin gözünü kör eden bez parçası… Kumaş için öldürüyor, kumaş için yaşıyoruz, “Boğaz’ımızdan” geçenleri yutmaya çalıştığımız bir dünyada. Beceremeyenlerimizse Gazâ’nın Toz Sokak’ta bıraktığı ayak izlerini takip ederek vicdanlarını tükürmek ve derin bir nefes alabilmek için oradan oraya rüzgârla sürükleniyor.
   Tahmin edilenin aksine Gazâ masum bir çocuk değil, o erken yaşta büyümek zorunda bırakılmış, alfabeden önce suçla tanışmış ve vicdanını kurbağasının yuttuğu bir katil, bir tecavüzcü, bir kurban, bir deli, bir deha ve dahası. Babası bir katil olmasa, annesine engel olmasa doğmayacak olduğu gerçeği boğazına oturan, hayatının sonuna dek çözemeyeceği bir yumru olarak kalan, saptığı her yanlış yolda, dokunacağı her bedende dokunamayacak hale gelene dek onu çürüten belalarla büyümüş bir lanetli. Üstelik uzun yıllar, babasının göçmenleri “AHAD LOJİSTİK-SEBZE VE MEYVE TAŞIMACILIK” tabelasındaki üç beş kelimeye sıkıştırmasına içten içe öfkelenmiş, atacağı çığlığı Lübnanlı göçmenin susturduğu bir lanetli, hem de on yaşından beri alnından silinmeyen ve onun görebildiği, hissedebildiği sadece Dordor ile Harmin’e anlattığı sırrıyla yaşamak zorunda olanından.
   Çocuk kalbi de silmek isterdi yaşadıklarını, kimi zaman kesmek isterdi hastalıklı başını. Bütün insanlar aynı yöne doğru yürüsün, baloncunun hikâyesi devam etsin isterdi. Büyüdüğünde, gerçek olan tek hayali buydu. Linç kanunlarını öğrenmiş, Amerikan kaptan William Lynch’e teşekkürlerini göndermiş ve linç turizminin ilk –muhtemelen son- yolcusu olarak başlamıştı bütün insanlarla aynı yolda yürümeye. Durmadan, yorulmadan… Günday’ın dediğine göre Gazâ, modern halkların en geçerli kanunu, çoğunluğun azınlığı ezdiği linç yasalarını keşfetmiş ve insanlara aslında dokunmadan iletişimi keşfetmişti. Bazen İngiltere’de bir grup sağcı milliyetçiyle Müslümanları kovalamış, bazen İzmir’de hapishaneden çıkmış bir tecavüzcüyü taşlamıştı. İzmir’de, annesinin cesedini Toz Sokak’ta talaşlara bulanmış bulmasından birkaç ay sonra, insanlara dokunalı seneler geçmişken yanından koşarak arkasındaki gruptan kaçan, linç edilen tecavüzcüyü kovalayan grupla bir yöne doğru -tıpkı çocukken kurduğu hayallerindeki gibi-  kısa filminin devamında olması gerektiği gibi koşarak başlamıştı linç yolculuğu.
    Bütün insanlar, bütün Müslümanlar, Yahudiler, milliyetçiler, teröristler, solcular, komünistler... Hepsi aynı yöne doğru, bir amaçla koşuyor Daha’nın dünyasında. Bir ayağı doğuda, bir ayağı batıda bir köprüyü çiğneyerek gidecekleri yere, taşlayacakları kimselere dörtnala koşuyorlar. Satırlarının arasında gizlenen ve sayfalarda ilerledikçe yüzümüze vurulan tek bir gerçek için koşuyorlar: Gücün Gücü. Bu, Gazâ’nın yazdığı pek de bilimsel olmayan Depo Ülkesi’nin tanrısının ağzından makalenin adı değil aslında, oradan oraya iradesini Tanrı’sına teslim ederek koşuya başlamış bütün insanların kalplerinin atma, dünyanın dahası olmasının sebebi.
   Masallar sadece kitaplarda yaşanır sananlara, Amok koşusu asla bitmeyeceklere, öfkesi ruhunu yutanlara, Taliban’ın pazarladığı kızlara, Amerikan’ın, Fransız’ın kamerasını doğrulttuğu savaşlara, küçük bir çocuğun masumiyetini asla taşıyamamış, boğazına zehir dayanmış kazazedelere yazılmış bir kitap. Daha fazla ne yaşanabilirdi ki?
  Tükür, tükür ve tükür!
Bamyan Vadisi, Afganistan.
   Gazâ, daha fazla dayanamadı damarlarından akan morfin sülfatın yakıcılığına, vicdanını uyuşturması yeterli değildi. Onun, vicdanını ve kendisini yok etmeye, elmayı ısırarak cennetten kovulmaya ihtiyacı vardı. Tükürmeliydi vicdanını, taşmalıydı kutusundan, haykırmalıydı öfkesini alnındaki izi yanarken. Yıllarca yaptıklarını, cesetten tabutta geçirdiği on üç gün beş saati unutmalıydı.
      Daha! Daha! Daha!
   Daha fazla dayanamadı Gazâ. Senelerce onu omzunun üstünden izleyen lotus Budalarına vardığında, Cuma’ya hak ettiği cenazeyi vermiş, Cuma’nın bedenini olmasa da vicdanında taşıdığı cesedi gömmüştü.
  Daha! Daha! Daha!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder