Ege’de Bir Doğu Masalı
“Babası bir insan kaçakçısı, Gaza da onun çırağı. Henüz dokuz yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta.”
Sabahattin Ali’nin Ömer’inin iradesini
avuçlarının içinde renksiz, şeffaf bir bilyeymişçesine döndüren şeytanına
yakarışıyla başlar Gazâ’nın hikâyesi. Omuzlarının üzerinde benimki gibi hummalı
bir baş taşıyan insanlardan korkulmalıdır, demişti Ömer şeytanına. Kurbağası el
değiştirene, Dordor ve Harmin’den geriye Taliban’ın bombalarından ne kalmışsa o
çukurun içinde her yeri toz toprak –ve kim bilir belki talaş- olana değin
yuvarlanan Gazâ da on altı yıl boyunca taşımıştı hummalı başını. Dünyanın bir
ucundan, bir ucuna… Depodan, hangara… Dokuz yaşında minik bir çocuk, son akşam
yemeğinin servis edilmesini, kanlı dişleriyle ekrana gülümsemeyi bekleyen
yamyamların arasında büyüyecekti.
Klasik masallarda ve tiyatro eserlerinde,
yazarlar okuyucunun masumiyetini, asillik atfettiği sanat sahnesini aralarına
talaş girmiş tırnaklardan korumak için sahnede göstermez yeryüzünün hiçbir
çirkinliği… İnsana yakışmayan, vicdanları titretecek hangi kanlı eylem varsa
sahnenin gerisinde, gözlerden ırak köşelerde gerçekleşir. Bizlerden olabilecek
en uzak köşelerde, yeryüzünün unutulmuş ve umursanmamış köylerinde
gerçekleştikleri için, uykularımızda aç kurtlar gibi bizleri avlamak emeliyle
pusu kurmuş insanlık dramlarını olmamış sayarız. Görmezden gelmeyi,
Kandalıların yaptığı gibi yanlış hatırlamayı seçeriz. Orta Doğu’daki mezhep savaşlarından,
Taliban’ın radyo yayınlarından sonra bombalanan okullardan, gerilla olmaları
için ailelerinin daha on ila on iki yaşlarında ellerine silah verdiği,
öldürmeyi öğrettiği kürt çocuklarından, savaştan kurtulmak uğruna canını insan
kaçakçılarına teslim edenlerden… Hepsinden kaçmayı isteriz, hepsinden kaçmayı
beceririz. Başka bir şansımız olmadığı için, Ahad’ın “Ya ben, ya o!” demesi
gibi… Ya bizler hatırlayacağız ve vicdanlarımız içimizi çürütecek ya da onlar
katillerini seçecek: Taliban’ın on beş yaşında eli silahlı kurbanları mı yoksa
onları ‘medeniyete’ taşıyacak olan kaçakçılar mı?
İşte Gazâ da göçmenlerin Tanrı’larından
geriye ne kadar iradeleri kalmışsa onu kullanarak seçtiği cellâtlarından birinin
oğlu. Birkaç yıl içindeyse cellâtlardan biri olacak. Kandalı denilen Ege’nin
bir köyünde, babası ve klimayı babasına kızdığı için açmadığından havasızlıktan
ölümüne sebep olduğu Afgan göçmen Cuma’dan ona kalan kâğıt kurbağasıyla yaşayan
bir kazazede. Kazazede… Babası Ahad’ın dünyayı ters döndürüp “Daha.”
fısıltılarına evrilmesinden çok önce, doğmadan önce bir kazazedeydi Kandalı’nın
dünyaya açılan penceresi. Annesi onu doğduktan sonra gömmeye çalışan, babasının
da annesini gömdüğü, onu hamileliği boyunca zincirlediği bir kazazede...
Tuvalindeki renkler Ahad’ın direksiyonu uçuruma kırmasıyla aniden değişmişti
ancak bütün yaşamı, tutkalla birbirlerine yapıştırılmış karakterlerden ailesini
kurmadan önce bir kazaydı. Sonrasındaysa cesetten duvarlar arasında Tanrı’dan
kopardığı iradesiyle yönettiği bir film…
Hakan Günday’ın dünyaya bütün çıplaklığıyla
aktardığı bu ‘Doğu Masalı’ Gazâ’nn yakardığı ve linç yasalarıyla beslenen Batı
medeniyetlerinin kulağımıza fısıldadığı bir dram hikâyesi aslında. Oyuncuları
babasının zorla gerilla kampına yolladığı Felat, bir savaştan bir diğerine
kaçan Cuma, doğuştan lider Rastin, Ege’nin lotusları Dordor ile Harmin, kalpsiz
iki katil Ahad ile Aruz ve daha yüzlerini karanlıkta yitirdiğimiz nice cesetler
olan acımasız, içimizi kaynatan bir film.
Terör sadece doğudadır, savaş ve kan sadece
Avrupalı gazetecilerin ismini telaffuz etmeyi beceremediği Arap şehirlerinde
dökülür sandığımız, bizlere “Ya onlar, ya ben!” dedirten bir terazide yaşıyoruz
hepimiz. Günday’ın bize çizdiği, Gazâ’nın labirentin farklı olarak bir çıkışı
olmayan bu dünya, hepimizi talaşla süpürmeye yeminli. Her şey bir kumaş
meselesi, bayraklar, kıyafetler ve adaletin gözünü kör eden bez parçası… Kumaş
için öldürüyor, kumaş için yaşıyoruz, “Boğaz’ımızdan” geçenleri yutmaya
çalıştığımız bir dünyada. Beceremeyenlerimizse Gazâ’nın Toz Sokak’ta bıraktığı
ayak izlerini takip ederek vicdanlarını tükürmek ve derin bir nefes alabilmek
için oradan oraya rüzgârla sürükleniyor.
Tahmin edilenin aksine Gazâ masum bir çocuk
değil, o erken yaşta büyümek zorunda bırakılmış, alfabeden önce suçla tanışmış
ve vicdanını kurbağasının yuttuğu bir katil, bir tecavüzcü, bir kurban, bir
deli, bir deha ve dahası. Babası bir katil olmasa, annesine engel olmasa
doğmayacak olduğu gerçeği boğazına oturan, hayatının sonuna dek çözemeyeceği
bir yumru olarak kalan, saptığı her yanlış yolda, dokunacağı her bedende
dokunamayacak hale gelene dek onu çürüten belalarla büyümüş bir lanetli.
Üstelik uzun yıllar, babasının göçmenleri “AHAD LOJİSTİK-SEBZE VE MEYVE
TAŞIMACILIK” tabelasındaki üç beş kelimeye sıkıştırmasına içten içe öfkelenmiş,
atacağı çığlığı Lübnanlı göçmenin susturduğu bir lanetli, hem de on yaşından
beri alnından silinmeyen ve onun görebildiği, hissedebildiği sadece Dordor ile
Harmin’e anlattığı sırrıyla yaşamak zorunda olanından.
Çocuk kalbi de silmek isterdi yaşadıklarını,
kimi zaman kesmek isterdi hastalıklı başını. Bütün insanlar aynı yöne doğru
yürüsün, baloncunun hikâyesi devam etsin isterdi. Büyüdüğünde, gerçek olan tek
hayali buydu. Linç kanunlarını öğrenmiş, Amerikan kaptan William Lynch’e
teşekkürlerini göndermiş ve linç turizminin ilk –muhtemelen son- yolcusu olarak
başlamıştı bütün insanlarla aynı yolda yürümeye. Durmadan, yorulmadan…
Günday’ın dediğine göre Gazâ, modern halkların en geçerli kanunu, çoğunluğun
azınlığı ezdiği linç yasalarını keşfetmiş ve insanlara aslında dokunmadan
iletişimi keşfetmişti. Bazen İngiltere’de bir grup sağcı milliyetçiyle
Müslümanları kovalamış, bazen İzmir’de hapishaneden çıkmış bir tecavüzcüyü
taşlamıştı. İzmir’de, annesinin cesedini Toz Sokak’ta talaşlara bulanmış
bulmasından birkaç ay sonra, insanlara dokunalı seneler geçmişken yanından
koşarak arkasındaki gruptan kaçan, linç edilen tecavüzcüyü kovalayan grupla bir
yöne doğru -tıpkı çocukken kurduğu hayallerindeki gibi- kısa filminin devamında olması gerektiği gibi
koşarak başlamıştı linç yolculuğu.
Bütün insanlar, bütün Müslümanlar,
Yahudiler, milliyetçiler, teröristler, solcular, komünistler... Hepsi aynı yöne
doğru, bir amaçla koşuyor Daha’nın dünyasında. Bir ayağı doğuda, bir ayağı
batıda bir köprüyü çiğneyerek gidecekleri yere, taşlayacakları kimselere
dörtnala koşuyorlar. Satırlarının arasında gizlenen ve sayfalarda ilerledikçe
yüzümüze vurulan tek bir gerçek için koşuyorlar: Gücün Gücü. Bu, Gazâ’nın
yazdığı pek de bilimsel olmayan Depo Ülkesi’nin tanrısının ağzından makalenin
adı değil aslında, oradan oraya iradesini Tanrı’sına teslim ederek koşuya
başlamış bütün insanların kalplerinin atma, dünyanın dahası olmasının sebebi.
Masallar sadece kitaplarda yaşanır
sananlara, Amok koşusu asla bitmeyeceklere, öfkesi ruhunu yutanlara, Taliban’ın
pazarladığı kızlara, Amerikan’ın, Fransız’ın kamerasını doğrulttuğu savaşlara,
küçük bir çocuğun masumiyetini asla taşıyamamış, boğazına zehir dayanmış
kazazedelere yazılmış bir kitap. Daha fazla ne yaşanabilirdi ki?
Gazâ, daha fazla dayanamadı damarlarından
akan morfin sülfatın yakıcılığına, vicdanını uyuşturması yeterli değildi. Onun,
vicdanını ve kendisini yok etmeye, elmayı ısırarak cennetten kovulmaya ihtiyacı
vardı. Tükürmeliydi vicdanını, taşmalıydı kutusundan, haykırmalıydı öfkesini
alnındaki izi yanarken. Yıllarca yaptıklarını, cesetten tabutta geçirdiği on üç
gün beş saati unutmalıydı.
Daha! Daha! Daha!
Daha fazla dayanamadı Gazâ. Senelerce onu
omzunun üstünden izleyen lotus Budalarına vardığında, Cuma’ya hak ettiği cenazeyi
vermiş, Cuma’nın bedenini olmasa da vicdanında taşıdığı cesedi gömmüştü.
Daha! Daha! Daha!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder