28 Nisan 2020 Salı

Öğretmenlerime Mektup 05/02/19


                                            Öğretmek Kutsaldır

                                                                                                 Emektar Öğretmenlerime.
    Öğretmenlik kutsal bir meslektir deriz, her yıl 24 Kasım’da emektar öğretmenlerimizi Atatürk’ün “Öğretmenler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır.” sözleriyle kutlar, teşekkür eder, minnetimizi belirtiriz.  Ancak bütün öğretmenlerin milyonlarca öğrencinin minnetini hak edip etmediğini hiç düşünmüş müydük? Öğretmenlik miydi kutsal olan yoksa öğretmek miydi, bu soruları hiç sormuş muyduk?
   Bazı akşamlar babamla karşılıklı oturur ve sohbet ederiz, bana çocukluktan başlar askerliğe kadar bütün anılarını tekrar tekrar anlatır, eski arkadaşlarını, eski okulunu en ufak detayına kadar hatırlar, bütün akşamı bu şekilde geçiririz.  En az iki üç saat boyunca anılarını bayıla bayıla anlatır babam, ben de oturur heyecanla anılarının sonunu, çıkardığı dersleri dinlerim.  Son zamanlarda ise bir şey dikkatimi çekiyor. Babam arkadaşlarıyla gittiği bilardo salonlarındaki masaların rengini dahi hatırlarken çoğu öğretmeninin soyadını hatırlamıyor ya da yanlış hatırlıyor.  Bu detayı fark ettiğimde oturdum ve düşündüm, ilkokuldan bu yana öğretmenlerimi tek tek saymaya çalıştım, pek başarılı olamadım, neredeyse hepsinin yüzleri hafızamda bir yer etmiş olsa bile pek çoğunun adını hatırlamıyordum.
    Haftanın beş gününün sekiz saatini okulda geçirir, kulüp faaliyetleriyle on, belki on iki saatimizi koridorlarda geçirir, okulu ikinci evimiz belleriz. Kendimizi ne kadar ait hissettiğimiz noktası biraz bulanık da olsa üniversite hazırlığına başlamış öğrenciler neredeyse okulda yatıp okulda kalkar duruma gelir. Durum böyleyken yıllar sonra nasıl ikinci evimizle bağımızı kesebilir, her teneffüs çözemediğimiz sorularımızı götürdüğümüz öğretmenlerimizi unutabiliriz, kendimizi bu koridorlara tam olarak ait hissedemeyiz? 
   Öğretmenlerimizin bizlere sadece müfredatı, başımızda üniversite sınavına geri sayım yaparak anlatması, hatalarımızı öğretici bir derse çevirmek yerine çoğu zaman cezalandırması, bizleri motive etmek yerine ağır bir stres altına sokması bu sorulara cevap olarak verilebilir. Temeldeki sıkıntı, yıllar sonra bütün isimlerin birbirine karışması, zihnimizde bütün yüzlerin bulanıklaşmasının sebebi çoğu öğretmenimizin bize sadece müfredatı anlatıyor oluşu, hatırlanmak, bizlerde iz bırakmak ve geleceğin yeni nesillerini oluşturmak için bir şey yapmıyor oluşudur.
   Öğretmek, sadece üniversite sınavına hazırlamak, öğrencinin netlerini arttırmak ya da maaş almak için okulda derslerde akıllı tahtadan sunum açarak zaman öldürmek değildir. Bunlar elbette bir öğretmenin görevidir (Üniversite sınavına tam teşekküllü hazırlanmamızı sağlamak.) ancak gelecek nesillerimizi yüceltecek, vatana hayırlı evlatlar haline getirecek bilgiler bunlardan ibaret değildir. Öğretmek her şeyden önce öğrenciye kendisini kanıtlaması için, yeteneklerini, alanlarını keşfetmesi için yardımcı olmak, sosyal faaliyetlerde bulunması, yazması, okuması için teşvik etmektir. Nasıl yazılacağının, nasıl okunulacağının yolunu çizmektir. Nasıl kalem tutacağını göstermektir öğrenciye. Gerçekten iyi bir öğretmen olabilmek öğrenciye dokunabilmeyi gerektirir, haftanın beş gününü okulda geçiren bu öğrencinin en çok gördüğü insanlar olarak öğretmenlerimizin görevi bizlere doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilmenin yolunu çizmektir.
   Her ders bir şiir okumak mesela, öğrencinin sahip olduğu stresi sınav kaygısından, başarısızlık korkusundan bahsederek arttırmak değil de bir Kafka, Dostoyevski, Tanpınar kitabından bahsetmek… Öğrencinin ilgi alanına göre onun mesleki yönlendirilmesine, kulüplerle yeteneğini icra edebilmesini sağlama, öğrencileri tanıma…
   Öğretmenlik değil, öğretmek, öğrenciye dokunabilmek, tanıyabilmek, potansiyelini fark edebilmek kutsaldır, büyük bir sorumluluğu üstlenebilmeyi gerektirir. Herkes sunumlardan konu anlatabilir, fizik sorusu çözebilir ancak herkes yıllar sonra onları hatırlayacak, yazdıkları her yazıda okuma yazmayı öğrettiği,  yazmaya teşvik ettiği ve fark ettiği için minnet duyacak öğrencilere sahip olamaz.
   Kendisini mesleğine adamış, emektar öğretmenlerime, şu an olduğum yere gelebilmemi sağlamış bütün öğretmenlerime yazmayı devam ettirmeyi, öğrenmeyi, okumayı ve sorgulamayı borç bilirim. Teşekkür ederim.

16 Nisan 2020 Perşembe

Orman Fablı, 2016 Bilgi Evleri Yarışması Birincisi.


                               Kızıl Pelerin                               

   Hayvanların içini sımsıcacık eden bir hava vardı ormanda. Günlük işleri yetiştirme telaşı her zamanki gibi devam ediyor, tavşanlar bir oraya bir buraya doğru koşuşturuyordu. Baykuş Gazetesi'nin dağıtıcıları İkiz Baykuşlar gülümsemeye çalışıyor ancak alınlarından akan ter damlaları buna hiç de yardımcı olmuyordu. 
   Derken gazeteler bitmeye yüz tutmuş ve eve dönme vakti gelmişti İkiz Baykuşların. Son ağaç kümesini de geçip Kızıl Tavşan'a ''Aslan Kral ve Egosu'' başlıklı gazeteyi teslim ettikten ve tavşanın saygı konulu, aslan krallığını kötüleyen nutuklarını dinledikten sonra eve dönebileceklerdi.
   Kızıl Tavşan bembeyaz tüylerinin ara ara kızıla çalmasından dolayı bu ismi almıştı ancak ormanın aslan krallığına yakın taraflarında Huysuz Tavşan olarak tanınırdı. Göl sakinlerinin ona Evhamlı olarak hitap etmesine karşın yeraltı hayvanları ona Kızıl Pelerin der, çokça severdi.
   Elbette ki seveceklerdi: Kızıl Pelerin onları hor gören ve fare ailesine ''Patinin çamuruyla büyük işlere bulaşma!' diyen Aslan Kral'a her daim karşı gelirdi. Saygı ve sevginin hayvan topluluğunu geleceğe bir adım daha yaklaştırdığını söyler, protestolar ederdi.
İşte bu yüzden orman halkının büyük bir çoğunluğu Kızıl Pelerin'i hiç mi hiç sevmez birilerini teselli ederken ''Aman canım sen de! Kızıl Pelerin gibi değilsin en azından, şükret haline.'' derlerdi. Başlarda bu durum Kızıl Pelerin'i çok üzer, o da suçu kendisinde arar ve hayvanlar onu sevsin diye türlü türlü planlar üretirdi. Ancak şimdi kim olduğundan ve ne istediğinden emindi. O, Kızıl Tavşan idi. Saygıyı, taşeron işçileri farelerle, Krallık arasındaki eşitliği pekiştirmek istiyordu. Tek sorun henüz bu emelini nasıl gerçekleştireceğini bilmemesiydi. Kendisini on yıl sonra hayvanların yüzlerinde gülümsemeyi eksik etmediği bir ormanda görüyor, bunu başarabileceğine inanıyor ancak yöntemini bilmiyordu. Aslına bakarsanız yöntemini bilmediği gibi vadide saygıyı yayma fırsatının onun patilerine kadar geleceğinden de haberdar değildi. 
  Güneşin ormanı çokça aydınlatmasına rağmen yine son derece kasvetli bir güne uyanmışlardı. Havadaki elle tutulur endişenin ve hüznün sebebini çok geçmeden öğrenmişlerdi. Kral'ın kızı Prenses Kabarık Yele, tedavisi sadece Kral'ın amansızca nefret kustuğu taşeron farelerinde bulunan fare gribine yakalanmıştı!
Fareler bu hastalığa bağışıklık sahibiydi ancak göz yaşları kullanılarak ilaç yapılabiliyordu.  Aksi takdirde virüs zavallı hayvanı ölümün keskin pençelerine atıyordu. 
   Neredeyse herkes Kral'ın farelerden yardım istemeyeceğini düşünüyor ancak tahtın tek varisi olan evladını ölüme gönderemeyeceğinin de farkındaydı. Şaşkın ve endişeliydi. Herkes kaplanların bu durumdan faydalanıp ormana saldırı düzenlemelerinden korkuyorlardı. 
Ancak Kızıl Pelerin diğerlerine rağmen rahat ve kararlıydı. Kararlıydı çünkü vadiye saygı ve sevgiyi tekrardan nasıl getirebileceğini bulmuş ve bunu uygulamaya koyacaktı. Eşyalarını topladı ve ilk sarmaşık treniyle krallık bölgesine doğru yola koyuldu. Yalnız da değildi, yanında yakın arkadaşı Karbeyaz vardı.
  Karbeyaz, fareler arasındaki en atik ve zeki olanıydı. Daima ne yapılacağını bilirdi. Krallık topraklarına girdiklerinde aslanların fısıldaşmaya Huysuz ve Köle'nin -farelere Köle derlerdi- burada ne işi olduğunu tartışmaya başlamışlardı. Bazıları rahatsızlıklarını belli etmek istercesine sesli sesli hırlamaya başlamıştı. 
  Derken çok geçmeden saraya vardılar, muhafızlara kralla görüşmek istediklerini belirttiler. Bu isteği duyunca oldukça şaşıran aslan gardiyanlar küçümser bir bakış atıp Kral'a haber gönderdiler.
   Bundan sonraki iki saat kızına üzülmekle meşgul (!) Kral'ın görüşme isteklerini onaylamasını beklemekle geçti. Fazlasıyla sıkılmışlardı ancak pes etmemekte kararlıydılar. Can sıkıntısından daima oynadıkları yıldız saymaca oyununu oynuyorlardı ancak heyecandan elliden ileri gidemiyorlardı. 
Neyse ki sonunda Kral isteklerini kabul etti ve görüşme için toplantı salonu adını verdikleri salona doluştular. Heyecanları beklerken olduklarından kat be kat artmıştı. Bir iki dakika içerisinde Kral odaya girmiş ve iki arkadaşa buraya neden geldiklerini sorarcasına bir bakış atmıştı. Kral'ın kızgın bakışlarının yükü altında ezildiğini fark eden Kızıl Pelerin boğazını temizleyerek söze başladı:
''Öncelikle hepinize merhaba demek istiyor ve sevgi dolu dileklerimi sunuyorum. Talihsiz olayı duyduk ve bir şeyler yapılması gerektiğine karar verdik.''
  Salon kahkahalara boğulmuştu ve Kızıl Pelerin kendisini zor tutuyor, bu sırada Karbeyaz doğa anadan sabır dileniyordu. Kızıl Pelerin kararlılıkla konuşmasına devam etti. 
''Evet efendim, doğru duydunuz sizlere yardım teklif etmeye geldik.''
 Kral hışımla ayağa fırladı ve:
''Yeter! Daha fazla küstahlık yaptığınıza şahit olmak istemiyorum, muhafızlar bu iki hadsizi zindana atın!'' dedi.
  İyi bir niyetle buraya geldiklerinden ve aksi bir durumda Prenses'in öleceğinden, bu kibrin yersiz olduğundan, saygının tek temel kural olduğundan bahsederek muhafızlar eşliğinde zindana bir geceliğine misafir oldular. Her ne kadar Karbeyaz büyük bir endişeye kapılsa da Kızıl Pelerin, Kral'ın tekliflerini kabul edeceğinden emin olmanın verdiği rahatlıkla saman döşeğe uzandı. 
  Sabahın ilk ışıklarının zindanın parmaklıklarını aşıp içerisini aydınlatmasıyla muhafızların zindana gelip sert hareketlerle hayvanları Kral'ın huzuruna getirmesi bir oldu. Neye uğradıklarını şaşıran Karbeyaz ve Kızıl Pelerin iki dakika içerisinde salona varmıştı. Kral daha önce hiç görmedikleri kadar çaresiz duruyordu ve söyleyecek epey şeyi olduğu pençeleriyle tuttuğu gergin ritimden belliydi. Kral, Kızıl Pelerin'in zihnini okuyormuşcasına gür bir sesle şunları söyledi:
-cümlenin ortalarına doğru yutkunarak-
  ''Kızıma yardım teklifinizi kabul edeceksem şunu belirtmeli ki bu olayın krallık dışına çıkmasını istemiyorum.''
   Karbeyaz ve Kızıl Pelerin çok sinirlenmişti. Nasıl olur da yardım sağlayacak kişiler onlar olmasına rağmen böyle aşağılayıcı ve bencilce sözler işitirlerdi! Akıl alacak iş değildi. Karbeyaz dayanamadı ve beklenmedik bir hareketle söze daldı:
   ''İtiraz ediyorum! Ben ve arkadaşım bu topraklara eşitlik ve barışı getirme umuduyla geldik, zindanda bulunduğumuz her vakitte  sabrettik. Vazgeçmedik ve bu saatten sonra da vazgeçmeye niyetimiz yok.''
   Karbeyaz da dahil odadaki herkes bu ani çıkışın verdiği şaşkınlık halinden kurtulmaya çalışıyordu. Kral sinirden kıpkırmızı kesilmişti ve gönülsüz bir şekilde Krallık Meclisi'ni toplantıya çağırdı.Yaklaşık iki saatlik toplantının sonucunu beklerken iki arkadaşın yüreği güm güm atıyordu. Nihayetinde kralın sözcüsü toplantı salonunun kapısından çıkan ilk kişi oldu ve sözlerine derin bir nefes alarak gönülsüz bir şekilde -kral kadar olmasa da- başladı:
   ''Uzun süren bir beyin fırtınası sonucu verdiğimiz karar şudur: Krallık Şurası olarak Fare Karbeyaz ve Tavşan Kızıl Pelerin'in yardım tekliflerini kabul ediyoruz.''
   İki arkadaş kulaklarına inanamıyordu. Çok geçmeden Karbeyaz'ın zorla tuttuğu gözyaşları diğer farelere göre oldukça uzun olan bıyıklarından sarayın pahalı halısına doğru süzülmeye başladı. 
Kızıl Pelerin ise kendisini zaferin verdiği uyuşturucu etkisi yaratan hissin kollarına bırakmıştı. Mutluluk gözyaşları döktüğünün çok sonra farkına vardı çünkü meşguldü. Mutluluğun onu götürdüğü uçsuz bucaksız diyarları gezmekle…


15 Nisan 2020 Çarşamba

Kavak Ağacından İstanbul'a Bir Bakış.

                                      

                                            Kavak Ağacı

İçimde yalnız ve yapraksız
Bir kavak ağacı büyüyor -Çıplak ve göğe doğru-
Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzun
Bir ağlama duvarı bu.
Erdem Bayazıt, Karanlık Duvarlar. 
   Mağaraların duvarlarına boyanan figürlerden Golding’in adasına, Hugo’nun giyotin sehpasından Yahya Kemal’in Gök Kubbesi’ne kadar uzanan cılız bir fısıltı taşınıyor rüzgârla kavağın yaprakları arasından. Kulağımıza uzanana dek Woolf’un odasından, Macbeth’in cadı kazanına, Raskolnikov’un hücresine uğrayan bu fısıltı daimi bir emele sahip. Hikâyesini anlatmak… İnsanoğlunun ilk sorularını sorduğu zamandan mürekkebini akıttığı ilk kâğıtlara kadar uzanan bu istek bizlerde ninelerimizin dizinin dibinde binbir gecenin masallarını dinleyerek kendini gösterir. Tanrı, güneş, rüzgâr, ateş ve ağaçlar… Bizlere eskilerin ilk sorularını, korkularını, kahkahalarını taşır hikâyeler arasında seyahat ederken.
    Melodilerini rüzgârla çalışma masalarımıza taşıyan kavak ağacının da anlatılmaya değer, köklerini bereketli topraklara salmış bir hikâyesi vardır. İstanbul’da sıklıkla görebileceğiniz kavak ağacının hikayesi bizlere Phaeton’un mezarından çıkarak Bayazıt’ın dizelerinden ulaşır. Söylenen odur ki titanlardan Helios’un -güneş tanrısı- Phaeton isminde bir oğlu, Heliadlar olarak nam salmış kızları varmış. Anneleri Klymene ise Phaeton büyüyünceye dek babalarının kim olduğunu gizleyen bir titan tanrıçasıymış. Günler günü kovalamış ve Phaeton babasının kim olduğunu, Güneş Tanrısı olduğunu öğrenmiş, ispatlaması için arabasını istemiş babasından. Kaynaklardaysa bu araba Tanrı’nın güneşi doğudan batıya doğru taşırken kullandığı düşünülen araç olarak geçer. Helios arabasını oğluna kendisini ispatlamak için gönülden olmasa da vermiş. Phaeton ise bu aracı gerektiği gibi kullanamamış ve felaketlere yol açmış. Bu duruma son vermesi gerektiğinden Zeus olaya dâhil olmuş ve yıldırım fırlatarak Phaeton’u öldürmüş. Biricik kardeşlerinin ölümüne çok üzülen Heliadlar kardeşlerinin mezarının başından dört ay boyunca ayrılmamış, durmaksızın ağlamışlar. Ağlamaktan, yas tutmaktan zaman kavramını yitiren kız kardeşlerden büyük olanı, Phaethus yere kapanmak istemiş fakat hareket edememiş. Küçük kardeşi Lampeti ise yardım etmeye çalışmış ancak aynı durumdaymış. İkisi de hareket edemez haldeymiş, kolları ve bacakları dallara, bedenleriyse kütüğe dönüşmeye başlamış. Kuruyan gözyaşları güneş ışığıyla katılaşmış, altın gibi parlayan kehribarı oluşturmuş. Kardeşlerinin yasını dört ay boyunca ağlayarak, Tanrı’lara yalvararak tutan kız kardeşler sert kabuklu, kapkara ağaçlara dönüşmüşler. Kara kavaklara… Renginden, matem tutan kız kardeşlerin yüreklerinde filizlendiğinden kara kavak olarak adlandırmış eskiler.
Kara kavağa dönüş hikâyesi.
    Antik Yunan’da acıyı temsil eden bu ağaç olabildiğine kibirlidir. İnatla gökyüzüne uzanır, söğüt ağacı gibi belini bükmez. Uzak mesafelerden baktığınızda bile kolaylıkla fark edilebilecek bir yapıya sahiptir boyundan ötürü. Meyve vermez ancak dalları arasında dans eden rüzgârla besteler yazar. Sert kabuğu vardır, kolay kolay darbe almaz. Tıpkı korkularımızın bizleri pençesine aldığı gibi toprağı kökleriyle sarar, sökülmesi zahmetlidir. Biz ademoğlunu geceleri ağrıdan kıvrandıran sancılar gibi…
    Mağaralara figürler çizen atalarımız gibi başlarız yaşama. Çocukken dünya bizler için merak uyandıran, sorularla dolu olduğumuz yerdir. Çevremizi tanıdıktan, mağaranın dışına ormana doğru ilk adımlarımızı attıktan sonra “Neredeyim ben?” suali kim olduğumuza dair sorgulamalara döner. Heidegger’in ifadeleriyle, dünyaya fırlatılmış insan amacını aramaya koyulur. Bir soru, iki soru, üç soru… Gece yastığa başını koyan her aklı başında insan ilk sorusunu sorar -Neden?- ve artık aklını kaybetmiştir.
    Doğru cevaba ulaşma arzusuyla yanıp tutuşan bizler için doğru cevabın var olmadığını fark ettiğimizde, doğru cevabın imkânsızlığını gördüğümüzde her şey için çok geçtir. Bazılarının bilmeye duyduğu açlık, bazılarımızın talihsiz sevdaları, kimilerininse onurlu yaşama mücadeleleri… Soluklanmak için oturup derin bir nefes alarak düşündüğünüzde yaşamımızdaki her şeyin ardında kavak filizleri bıraktığını görürüz.
   Yaşadığımız acılar olabildiğine kibirlidir, en talihsiz kimse biziz sanarız. Kızıl gözyaşlarıyla suladığımız, biz büyüdükçe bizlerle beraber içimizde büyüyen acılar fark edilmek için boğazımızı tırmalar, tırnaklarını inatla geçirir. Hayatımızın ev-okul-iş üçgeninde hapis yattığımız, içimizde filizlenen kavağın melodilerinden bîhaber geçirdiğimiz dönemlerinde köklerini salar. Ağlayışlarımızın sesi yükseldikçe, Heliadların dört ayı bittiğinde dallarıyla sarar kara kavak. Artık kavak içimizde mi yoksa bizler kara kavağın kendisi miyiz söylemek mümkün değildir.
    Sayfaları çevirdikçe hikâyemizde, yalnız ama küskün bir kavağa dönüşürüz. Yalnız ama küskün ve uzun, güçlü bir kavak ağacı büyür her birimizin içinde. Hikâyesini anlatmakta kararlı, kimsenin bilmediği köşelerine tercüman, inatçı melodilerini yayan… Mağaranın dışına attığımız ilk adımda, güneşle ilk karşılaşmamızda başlıyor filizlenmeye. Ölümümüze kadar takip ediyor bizi.
    Fethettiği gönüller sadece bizlerle de sınırlı kalmıyor kara kavağın. Bir bir şehirlerin ruhuna kabuğundan kara bir bulut gibi çöküyor, filizlerini saçıyor meydanlara, başında tepsisiyle simit satan çocukların ayak bastığı her sokağa. Sokaklar caddelere dönüşene, çarşıların yerini alışveriş merkezleri alana dek… Ben Yüzyılı’ndan fazlasıyla nasibini almış, gençliğinde delicesine akan kanı durulmuş, unutulmuş şehir İstanbul da kavağın pençelerinde. Tarihin en eski şehri, sevginin imzasını attığı İstanbul’dan; gri hayaletlerin, yalnızlığın başkenti olan İstanbul’a uzanan şüpheyle harmanlanmış bir korku yatıyor.
   Acı çekiyor İstanbul, beton sitelerle reklam afişleri arasında, feleğe küfredenlerle her akşamını bir başka restorandan yiyerek geçirenlerin melodilerini taşıyor kış rüzgârlarıyla. Bir cephede yoksulluk yalnızlığı dansa kaldırmış, son moda hareketlerle kıvırtırken diğer yanda sıcacık evindeki kasasına her gün bir tomar para atanlar İstanbul’un nabzını yavaşlatıyor, nefeslerini seyrekleştiriyor. Belki de sorun insanların birbirlerinin yüzüne bakmayı bırakmasıdır konuşurken, belki de gökdelenlerde komşuluk yapmanın imkânsız olduğundandır. Bilinmez, dile gelmez ki şehir, sözcüklerini yutalı çok olmuştur.
   Neydi Eski İstanbul?
  “Eski İstanbul bir tertipti.” der Tanpınar, Beş Şehir’inde. Büyük küçük, mânalı mânasız, eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin…
   Boğaziçi’nde sabah, Çamlıca Tepeleri’nde akşam saatleri, öğlenleri Eyüp… Her semti ayrı bir ruha, ayrı bir inceliğe sahip, zenginin fakirin beraberce eğlendiği, sokaklarda aydınlığın satıldığı bir şehir: İstanbul. Nefes alan, bütünüyle tüccarını, âlimini, gayrimüslimini, kadınını, çocuğunu saran şifa kenti…
   Mahallelerde satıcıların maniler söyleyerek gezdiği, lambacıların aydınlık sattığı bu güzel şehrin hem semtinde bir başkayızdır. Hamlesi yarı yolda kalmış Paris taklidiyle Beyoğlu hatırlatırken bizlere yoksulluğumuzu, Fatih gösterir görkemini Süleymaniye’den akan tarihle Bozboğan’a. Bir başkadır hisarlardan izlemek boğazı, içi bir hoş olur insanın dolanırken Merkezefendi’nin sokaklarında.
   "Nice revnaklı şehirler görünür dünyada/Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan." mısralarını İstanbul şairi, belki bir gün penceresinin önünden geçen lambacının manisini duyduğunda, belki Eyüp’te sabah namazı sonrası, belki de Üsküdar’dan Süleymaniye’yi seyrederken ya da çarşılarında gezerken yazdı.
    Diğer dünya şehirleri gibi doğayı gölgeleyen mimarisi yoktur İstanbul’un, aksine doğayla mimari beraber zuhur eder. Öyle ya, Eski İstanbul’da her caminin başına bir çınar, bir servi dikilirmiş: Yeşilliklerin arasından bizlere göz kırpan Süleymaniye ve yanı başındaki servi ağacı. Çınar ve servi ağacının hüküm sürdüğü dönemleri Eski İstanbul’dur, yerini içten çıkan yangın sonrası kara kavaklara bırakmıştır.
    Fatih’in, Kandilli’nin, Bebek’in sırtlarının ihtişamını arkasına alarak yükselen ve köklerini şifalı suların gezindiği topraklara salmış çınarsa dikilen ağaçlardan biridir. Her caminin yanı başına, her köşeye dikilen bu ağaç yüzyıllarca şahitlik etmiştir bir medeniyetin yükselişine. Ondan öncesi Yunan’da, Roma’da çınarın gölgesi kanunların uygulandığı, otoritenin simgesi bir merkez olmuştur. Yeryüzünün en yaşlı tanıklarındandır çınar ağacı. Yüzyıllarca yaşar, gölgesinde saklanır yıllar ve dinlenir nice âşıklar.
1950 yılından Süleymaniye Camii.
    Ölüm bile Eski İstanbul’da başka bir kokuya sahiptir, matemin rengi iç karartmaz, aksine servi gibi şehadet getirir. Çokça dikilen servi ağacı da tıpkı kara kavak gibi renginden, sertliğinden ötürü ölümü, matemi temsil eder fakat servi yalnız değildir kavak gibi. Sürüklemez insanları acıdan inlerken yollarından, uyandırmaz geceleri uykularından. Şüphesiz ki başta Süleymaniye olmak üzere camilerin etrafına dikilmesinin de sebeplerinden biridir. Caminin avlusundan baktığımızda masmavi denize, görürüz servi ağacını. Süleymaniye’de yaşamın nahoş yüzünü, ölümü hatırlatan tek parçadır. Servi de kavak gibi sert kabuklu ve uzundur. Adeta gökyüzüne uzanır, şehadet parmağını kaldırır gibi görünür uzaktan. Belki de kavaktan ayıran sebeplerden biri de budur, ölümden korkmadan, acı duymadan hatırlatır servi, usulca ve bir yandan coşkuyla getirir şehadet. Bir medeniyetin inancını taşıyarak dallarında yükselir göğe ve Süleymaniye’nin toprağıyla bağlar mavi gökyüzünü. Belki de bir başka sebepse servinin İstanbul’un şifalı sularını kana kana içerek serpilmesidir. Kara kavak bu fırsatı hiç bulamamıştır su sızdırmayan egzozdan kararmış betonlardan ötürü.
  Şimdiyse ne çınar dikiliyor ne servi… İstanbul’lu bitmek bilmez bir yasta, ölümün çürük kokusuyla sarhoş olmuş durumda. Sokaklardan geçmiyor maniler okuyan satıcılar, uyandırmıyor bizi sahura davulcular, bilmiyor gençliği onu çevreleyen medeniyeti, dinlemiyor çınarın tanıklık ettiklerini. Bir umut deriz, belki de İstanbul’dur büyüten bu kara kavakları dört bir yanda, acısının fark edilmesi için çığlıklar atıyordur ancak ne tanıklık edebilecek bir çınar kalmıştır şehirde acısına, ne de sesini dallarıyla gök kubbeye uzatacak bir servi. Geceleri düşümüzde Valide’nin rüyasını göremiyoruz, artık düşlerimizin yerini karanlıktan duvarlar almış.
   Her İstanbullu az çok şairdir, efsunlu bir şehirde yaşar.
  “Yazık ki bu şiir dünyası artık eskisi gibi hâkim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor. Paris, Hollywood –hatta dünkü Peşte ve Bükreş- İstanbul’un ışıklarını içimizde her gün biraz daha kıstılar. Ne çıkar ki İstanbul’un semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi gülü bir gün bizi elbette çağıracak.”
  Tanpınar’ın kaleme aldığı bu dizeler büyük bir medeniyetin büyüleyen tarihine duyduğu akıl almaz hasretin ve topraktan yükselmeye çalışan cılız bir umudun en çıplak haliyle önümüze serildiği dizelerdir. Çocukluğunda bir Arabistan şehrinde tanıştığı ihtiyar kadına imrenir fakat iyileştirebilecek miyiz İstanbul’u sayarak şifalı sularını?                                                                         
   Belki de söylenen sözlerin, işitilenlerin kalabalığı arasında kara kavağın tırnaklarından kurtulmanın zahmeti, öldürücü zehrinden karınlarımıza giren sancıları bir yana ölümden sonra doğumu, dirilişi temsil etmesinin değeri vardır. Kim bilir, belki şanslıysak İstanbul’la, İstanbul’da, Gök Kubbe’den şahit olabiliriz.
  Çırçır, Karakulak, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

14 Nisan 2020 Salı

Öykü, 2019 Yaratıcı Çocuklar Derneği Yarışması Birincisi.


                                    İstanbul Gibi

      Güneşin utangaç yüzünün surların arkasından usulca parladığı, semtin derin uykuda olduğu bir vakitti. Altı sularında, surların dibindeki tarlalarda ve arasındaki patikalarda sırtında kendisinden kat be kat büyük çöp arabasını sürükleyerek yürüyordu. Gün daha başlamamıştı fakat Hasan’ın günleri memleketinden İstanbul’a yedi sene evvel bir nakliyat kamyonunun arkasında yanık bir türkü tutturarak geldiğinden beri saat altı demeden başlıyordu. Oradan oraya, İstanbulluların attığı karton, plastik işine yarayacak ne varsa atılan bütün “çöpleri” topluyor, İstanbul’u turluyordu.
    Haliyle İstanbul’u ve İstanbul’un büyük bir tarihe şahitlik etmiş sokaklarını adım adım dolaşmış, sırtında arabası insanların arasından bir hayaletmişçesine süzülerek işini yapmıştı. Çoğu zaman görmezden gelinmişti, başlarda onu çok üzmesine rağmen alışmış, onun için en iyi olanın bu olduğuna kanaat etmişti. İstanbul’a ilk geldiğinde Halkalı taraflarında, bir karışlık sokakları bir umutla turluyor, insanları, kuşları, kedileri izliyordu. Akşamları kalacak yeri zor buluyordu. Hatta öyle ki kimi geceler İstanbul ayazında parklarda yatmış, gececilerden bazılarını dost edinmişti.
    Derin bir iç çekti Hasan, işe başlamadan önce Yedikule surlarının dibinde, karşı mahallelere bakan toz toprak bir yerinde oturdu ve düşüncelere daldı. Biraz otursam iyi olur, diye düşündü. Ne de olsa bütün gün karış karış Yedikule’yi, Zeytinburnu’nu gezecek, insanların attıklarını yerlerden toplayacak, otobüs durağındaki öğrencilerin öğlene doğru eve dönmek için otobüse binip gidişlerini izleyecekti, ne kadar şanslı olduklarını düşünecekti. Ancak en acısı bunların farkında bile olmadıklarını düşünecek, keşke diyecek ve diyecekti... Oturdu, bağdaş kurdu ve arabasını sağına aldı. İlk geldiği zamanları, belleğinde henüz bulanıklaşmamış anılarını düşündü.
   Yedi sene evvel bir cumartesi sabahı, kırmızı koskoca bir nakliyat kamyonunun arkasında abisi ve köyünden üç arkadaşıyla gelmişti bu yabancı memlekete. On dört yaşındaydı o zamanlar, abisiyle beraber yaşıyordu. Bir saniye bile ayrılmazdı ondan. Abisinin hafızasında henüz taptaze olan yüzünü gözünün önüne getirdi: Kıvırcık karışık saçlar, esmer bir yüz ve tıpkı gözleri gibi kara sakallar. Abisini kaybedeli iki yıl olmuştu ve her hatırladığında burnunun direği sızlardı. Bu sefer öyle olmamıştı ancak, alıştığından mıydı yoksa anılarının yerini bulanık görüntüler almaya başlamasından mıydı emin değildi.  İlk zamanlar abisi bir konfeksiyonda çalışırken Hasan bazı günler onun yanında, bazı günlerse çöp arabasıyla çalışır, gününü geçirirdi. Ekmek parasından fazlasına hiç çalışmamış, birikmişi hiç olmamıştı ikisinin de. Köyden nice umutlarla şehre gelmişlerdi, yaşayan akrabaları ya da anaları babaları yoktu.
     Birkaç yıl oldukça parlak, şehrin kalabalığına, ışıklı caddelere alışmak ve hayran kalmakla geçmişti Hasan için. Kaldıkları dükkândan bozma tek odalı evde olmadığı zamanlarda hayran hayran etrafını izlerdi.  Abisi ona çok kızardı bu yüzden, önüne bak, kimseyi inceleme derdi. Hasan, abisinin ona söylediklerini hatırlayınca yüreği burkuldu. İzlemekten, hayran kalmaktan hala vazgeçmemişti. İlk zamanlarında okuldan gelen öğrencilere, kocaman rengârenk, arabalı çantalarına bakakalıyor, abisine ne zaman okula gidebileceğini sorup duruyordu. İçten içe o da biliyordu cevabı fakat sormaktan usanmıyordu. İlkokulunu köyünde derme çatma bir okulda okumuş, okuma yazmayı öğrenmişti. O günden beri ise ne bulduysa okurdu, tabelaları, otobüs duraklarındaki yazıları, yerlerden topladığı kutuları ve bazen de dişinden arttırdığı parasıyla aldığı gazeteleri…
    Bir serçenin önüne konmasıyla irkildi, hayallerinden sıyrıldı Hasan. Gülümsedi. Geldiğinden beri giydiği yırtık pırtık kıyafetlerine ya da yüzünün karasına, elindeki gazete parçalarına gözlerini dikip bakan insanlardan çok bıkmıştı, çok kırgındı. On dört yaşlarındayken oyunlarına girmek isterdi sokaktaki çocukların, hiçbir zaman alınmazdı. O da tekrar tekrar aynı sokakları arabası sırtında yürür, kimi zaman abisinin yanına giderdi, abisinin yolundayken gözyaşlarını silmeyi, gülümsemeyi ihmal etmezdi. Açıklama yapmak istemez, zaten zor durumda ve her şeyin farkında olan abisine üç maymun oynardı, biraz olsun rahatlamasını sağlayabilmek için.
    Çocukken her şey daha bir acımasızdı Hasan için, işe yeni başlamıştı, bakışlara on kişilik yirmi kişilik tanıdık bir köyden gelmekten olsa gerek çok zor alışmıştı.  Bazı günler kaçardı Halkalı’dan, haftalarca biriktirdiği kuruşluklarla oradan otobüs, oradan minibüs yürüme derken saatler sonrasında Sultanahmet’e varırdı. Bir berberin duvarına astığı gazete küpüründen görmüştü Sultanahmet’i. “Sultanahmet’te Tarihe Dönük İftar” yazıyordu, ışıklar, camiinin yanındaki insanların küçük noktalar gibi kalmasını sağlayan heybeti ilgisini çekmişti. Abisine hiçbir zaman bahsetmemişti tabii bu küçük gezilerinden, bütün gün aylak aylak Ayasofya’nın önünden, Yerebatan’ın önünden geçtiğinden, Çemberlitaş’tan Yılanlı Sütun’a doğru olan yürüyüşlerinden.
    Bu ufak gezilerini sevmesinin büyük bir nedeni camilerin, çeşmelerin ve mekânların heybetinin yanında herkesi içlerine almasıydı elbet. Hasan, kendisini en çok buralarda yerini bulmuş hissediyordu, altı minarenin çevrelediği avluda oturmak, etrafını izlemek… Kendisini bu koca şehirdenmiş gibi hissettiriyor, kimse buralardayken onun kıyafetlerine ya da yüzüne bakmıyordu. İnsanların buraya yabancıların gelmesine turistlerden dolayı alıştıklarından mıydı yoksa camilerin herkesin evi olduğunu düşünmelerinden miydi emin değildi, köyünde hiç böyle görkemli mekânlar, turistler olmazdı, alışamamıştı.  Fakat işin aslı umrunda da değildi sebebi, sadece hoş karşılanmanın, şehirli birisiymiş gibi saflarda durmanın zevkine varmak, yaşlı amcaların ona gel evladım demesini işitmeyi seviyordu.
   Camiler bir yana, bir keresinde bir müzeye gitmiştim, dedi kendi kendine. Bir sürü halının, tarihi eşyaların olduğu bir müzeydi. Adı hatırında kalmamıştı ancak halının en ince detaylarını, on altıncı yüzyıldan kalma olduğunu biliyordu. Kırmızı, bir kısmı eski olmasından ötürü aşınmış Türk halısıydı. Birçok şey öğrenmişti İstanbul hakkında gezerken. Ayasofya’ya hiç girememişti fakat camiler ya da kalabalık olmayan müzelerden aldığı küçük kitapçıkları okuyarak İstanbul’u öğrenmiş, öğrenmeye çalışmıştı. Çoğu zaman hayret etmişti, bu kadar eski yapıların ayakta duruyor oluşuna fakat çoğu zaman da üzülmüştü. Gittiği, gezdiği sokakların, tarihi yolların boş oluşuna ya da meydan çeşmelerinin, kenar çeşmelerinin su akıtmıyor oluşuna… Değerini bilemediği için insanlar adına üzülüyor, kendi çapında sinirleniyordu. İşleyen çeşmelerden olabildiğine su içmeye çalışıyordu.
   Böyle gezintiler yapmanın bir şeyler öğrenip kitapçıkları defalarca okumaktan daha çok zevk veren kısımları oluyordu Hasan için. Böyle eski yapıların dikilen binaların ya da gelişen caddelerin yanında hala tarihi değerini koruyarak ayakta kalabilmesi, meydanı modern mimariye uygun tasarlamalarına rağmen Osmanlı’dan ve öncesinden izler taşıyarak farklılıklarıyla kabul görmesi onu mutlu ediyordu. Kendine benzetiyordu biraz böyle camileri, çeşmeleri. Farklıydılar ancak hala ayaktalardı ve insanlar onlara, onlarca milleti bünyesinde barındıran bu meydana ya da Koskoca İstanbul’a saygıyla bakıyordu. Hasan en çok da buna imreniyordu, görmezden gelinmeyi tercih ettiği, arabasının sokak kaldırımlarında sıkıştığı zamanlarda bunları hatırlıyordu.
   İnsanlar çoğu zaman ona yardım etmeye çalışsa bile böyle zamanlarda bakışlarındaki acımayı ya da iğrenmeyi görünce üzülüyor, belli etmeden usulca teşekkür edip ya da hiçbir şey demeyip uzaklaşıyordu. En çok da bu durumdan nefret ediyordu ya, görmezden gelinmeyi bile tercih edeceği anlar yaşamasından.
   Hasan, kafasını sağa doğru çevirdi ve arabasına şöyle keskin bir bakış attı. Ne düşündüğü, ne hissettiği anlaşılamıyordu bu bakışlarından, yutkundu ve serçenin uçup gittiğini fark etti. Seslice keşke ben de gidebilsem, dedi. Güneş hala yeni yeni doğuyordu ve sokaklar boştu. İşlerini hiç kimse yokken halletmeyi daha rahat bulsa da biraz daha oturmak, dinlenmek istedi. Düşüncelerine derin bir nefes alıp geri döndü.
   Abisinin ölümünden sonra, birkaç yıl önce, Zeytinburnu’na yerleşmişti. Abisinin izlerinin olduğu bir odaya girmek ona ağır gelmişti, İstanbul’un bambaşka yerlerini görmek istemişti. Gezerken karış karış sokakları tıpkı Sultanahmet’te olduğu gibi tarihi görmek istemişti. Geldikten birkaç hafta sonra tıpkı eski dükkândan bozma evi gibi bir yer bulmuş, hayatına olduğu yerden devam etmişti. Günlerini henüz güneş bile doğmamışken çalışmaya başlamak, surları, ilerisini ve etrafını gezip işe yarar kartonları toplayarak harcıyordu. Geçtiği sokaklardan tanıdıkları da olmuştu birkaç yıl içinde, kimileri Hasan’a yardımcı olmak için tek bir poşete topluyor ve kapılarının önüne koyuyordu böyle atıkları.
   Hasan kendisini en çok o zamanlarda iyi hissediyordu, ta ki arabası yine çocukların oynadığı bir sokaktan geçerken takılana dek. Çocuklar daha acımasızdı, kendisi bir çocukken de bu böyleydi ve hala geçerliydi onun için. Yardımcı olmak için yanına gelenler bile arabasına dokunamıyor ya da yüzünü buruşturuyordu.
   Hayret ediyordu Hasan, nasıl olabilirdi bu böyle? Yıllardır yaşadığı bu şehirde, karış karış gezdiği bu sokaklarda hala bir yabancıydı. Ne saygı duyuluyordu, ne de fark ediliyordu. Onu görenler adımlarını diğer kaldırıma yöneltiyordu ya da kafalarını çeviriyordu. Oysaki, diyordu Hasan. Oysaki onlarca millete, yabancıya ev sahipliği yapmış, ev olmuş bu şehir, nicelerini korumuş, sarmalamış bu surlara, susuzluğa derman olan bu çeşmelere, yollara sahipti. Nasıl olur da yıllardır burayı adım adım öğrenen birisi hala insanlarına yabancı olabilirdi, hiç kimse ona adını sormamış, nasılsın dememiş olabilirdi?
   Kitapçıklarda İstanbul’un yabancılara, Türklere herkese ev sahibi olduğu, çeşmeleriyle meydanları renklendirip çarşılarıyla, kemerleriyle şehri beslediği yazıyordu, insanlarının birbirleriyle komşu olduğu, camilerde, meydanlarda, çarşılarda birlikte olduğu yazıyordu. Aklı almıyordu Hasan’ın. Surların yanından yürüyerek geçtiği her sabah, insanlarının nasıl böylesi misafirperver, sıcak, tarihe tanıklık etmiş bir kültür ocağında birbirlerine yabancı olduğunu, yanı başlarındaki türbeleri, medreseleri, camileri ve nicelerini bilmediğini, değer bile vermediğini düşünüyordu, hayret ediyordu.
    Güneş ışıkları yüzünü okşamaya başlamıştı Hasan’ın. İşinin başına demekti bu. Surların tepesinden parlayan güneş ona sesleniyor, sık dişini, bir kez daha ayağa kalk diyordu.  Güneşin dediğine uydu, ayağa kalktı Hasan. Esnedi, gerindi, sağındaki arabasını sırtına yükledi ve yavaşça yürümeye başladı. Ufak ufak çocukların bakkallara ekmek almaya koştuğunu gördü annelerinin terliklerini giymiş bir biçimde. Gülümsedi, boş sokağa yönelip yürümeye devam etti.
    Bir gün daha başlamıştı, bir gün daha bitecek ve daha nicelerini yaşayacaktı. Aklında, anılarında silinmeyecek, bulanıklaşmayacak pek az şey vardı: Surların görkemi, İstanbul’un, tarihinin onu İstanbulluymuş gibi kabul etmesi, ait hissettirmesi. Yürüdüğü bu sokaklar huzur veriyordu ona sonuçta, insanların görmezden geliyor, üzüntüsünü şehre duyduğu hayranlıkla, Galata’nın köprüden görüntüsünü hayal ettikçe bastırıyordu. Balıkçılar, masmavi deniz ve boğaz…
    Keşke diyordu Hasan, keşke İstanbul gibi olabilsek.

13 Nisan 2020 Pazartesi

Çiftlik Fablı, 2015 Bilgi Evleri Yarışması İkincisi.



                       Bir Başarının Hikâyesi

     Güneş ışıklarının kümesin pencerelerinden girip usulca etrafı aydınlatmasıyla uyandı. Tüylerini bir iki kez silkeleyerek ayağa kalktı. Yapması gerekenler vardı Kızıl Tavuk’un. Bugün uçacaktı, tıpkı dostu Minik Serçe gibi.
    Kararlıydı. Bütün kümesin alay konusu olmasına rağmen vazgeçmemişti, başarabileceğine inanmıştı. Şimdi ise kanıtlayacaktı başarabileceğini. Hızlı bir şekilde haftalardır topladığı kuş tüylerini birleştirerek yaptığı kanadın yanına gitti.
  Heyecanlıydı, bugün aylardır verdiği uğraşın vazgeçmeyişinin emeğini alacaktı. İçinde heyecanın yanında korku da vardı az da olsa. Geçen seferki gibi kırmak istemiyordu bacağını. Acısından değildi bu istememezliği, bir ay boyunca oturup hiçbir şey yapmamak canını sıkıyordu onun. Bu en son isteyeceği şey bile olamazdı.
  Karnı acıkmıştı fakat uçacağını düşündükçe içi içine sığmıyor, başı dönüyordu. Amma ve lakin bir şeyler yemez ise açlıktan bayılacağı düşüncesi içini kemiriyordu. Yönünü değiştirdi ve mısır tanelerinin olduğu yere gitti.
  Küçük insancıklar neşe içinde saçıyordu mısır tanelerini etrafa. Ne garip canlılar bunlar yahu, mısırın eğlencesi mi olur diye düşündü.
  Bir yandan iğneleyici, cırtlak sesleriyle onun hakkında ‘hayalperestin teki, asla başaramayacak, ne zavallı ama!’ diyen sıradan tavukları görmezden gelmeye çalışıyordu. Kolay değildi belki ama zorlandığı da söylenemezdi. Kafasını boşaltmalı havadayken anın tadını çıkarmalıydı.
  Bir an tavukların sözlerinin kalbini ilk başlarda ne kadar çok kırdığını, geceleri sabaha kadar gözlerinin beyazı tüylerinin kızılına dönene kadar ağladığını hatırladı. Donup kalmıştı adeta. Ama gülesi gelmişti biraz da. Tavukların sözlerine aldanıp vazgeçmeyi bile düşünmüştü hayalinden ancak saçmaladığını anlamıştı çok kısa bir süre geçmeden. Gülmek istemesinin sebebiyse tavukların hakaretlerine kulak asmasıydı. Ne saçma değil mi? Başkaları karşı çıkıyor diye kendin olamamak? Ne manası kalırdı ki o zaman, kendin olmanın? Her zaman sınırların tavukların karakteriyle çelişip onları boşluğa ittiğini ve engel olduğunu düşünmüştü.
  Saçmaydı sınırlar. Uçmak istemesinin bir sebebi de sınırları kaldırıp, tavuklara yön göstererek anılan bir tavuk gibi olmak, yarar sağlamak istiyordu. Bugün ise bir şanstı, başarıya gitmesi için. Şansını iyi değerlendirmeliydi.
  Hiç anlamıyordu onları, kendilerini başaramam ben, engeller çok diye kandıran fakat asıl engeli kendilerini kısıtlayarak yaratanları. Ne tuhaf değil mi? Kütük gibi, oldukları yerde durmak ve asla olmak istediğin kişi olamamak. Belki de bu sadece tavukların değil de bütün canlıların temel sorunuydu galiba. Gerçi kütüklerde minik kışın bacalarından dumanı eksik olmayan köy evlerini ısıtır, işe yarardı ya…
  Karnını doyurunca renkli tüylerden yaptığı kanadını takmaya gitti. Heyecanı doruklardaydı. Önce sağ ardından da sol kanadı taktı. Planı kümesin karşısındaki tepeden atlayıp havadayken kanat çırparak kümesin üzerinden uçmaktı.
  Hem dostu Minik Serçe’de onunla olacaktı, korkmasına hiç gerek yoktu. Lafı uzatmadan koşar adımlarla tepeye çıktılar. İşte, şimdi zamanı gelmişti başarmanın.
  Tepedeyken ilk düşündüğü şey başardığını görüp onunla alay eden diğer, cırtlak sesli, obur tavukların yüz ifadeleri olmuştu. En azından bu düşünceden teselli bulup korkusunu çok olmasa da azaltıyordu, azaltmaya çalışıyordu.
  Kalbi fırlayacaktı neredeyse heyecandan, korkudan. Plana göre üçe kadar sayıp atlayacaktı ama korkusu buna engel oluyordu. Dostu Minik Serçe’nin endişeli bakışları da hiç yardımcı olmuyordu açıkçası. Nihayetinde derin bir nefes aldı, üçe kadar saydı ve atladı tepeden.
  Fakat heyecandan olsa gerek, unuttuğu bir şey vardı. Kanat çırpmayı unutmuştu ve hızla dağın eteklerine düşüyordu. Ayaklarının altındaki manzaradan da büyülenmişti. Bir an sinek kuşu gibi hayal etti kendini, hızlıca kanat çırpmaya başladı. O kadar hızlı çarpıyordu ki yükselmiş hatta havada asılı kalmayı başarmıştı bile.
  Sadece Kızıl Tavuk değil, dostu Minik Serçe’de heyecanlıydı, en yakın arkadaşı uçuyordu. Tavuklar tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olaydı bu! Şimdi tek yapması gerekenin ileri doğru atılıp, süzülme girişiminde bulunmak olduğunu biliyordu, gerisinin kümesteki mısır saçan küçük kızın çorabının yırtığı kadar hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini biliyordu. Yanılmadı da.
  Uçuyordu! Ona başaramayacaksın diyen, engeller koymaya çalışan sıradan tavukların üzerinden uçuyordu hem de! Başarmıştı işte, aylardır verdiği emeğin karşılığı alıyordu şimdi. Tavukların ve o an orada bulunan diğer bütün canlıların hayran hayran bakışları ve zaferin o sarhoş edici hissiyle hem de.
   Hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu Kızıl Tavuk. Başarmak ne güzel şeymiş diye düşünürken usulca kümesin önüne kondu. Geçen gün mısır koçanları yüzünden kavga ettiği güvercin gibi konmuştu. Etrafına bakınca tavukların ve yem veren iki küçük kızın şaşkın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bir iki kez sevinçle bağırdı ve aynen şunları dedi; ‘Teşekkür ederim, bana başaramayacaksın, asla yapamazsın zavallı tavuklar uçar mı hiç dediğiniz için. Çünkü sizler olmasaydınız asla hırslanıp yapamayacaktım belki de. Kim bilir?’
   O zaman Kızıl Tavuk dâhil bütün kümes halkı anlamıştı, hayatın bazen acı verse de karşılıksız bırakmayacağını.

12 Nisan 2020 Pazar

Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı Film Değerlendirmesi.


                              Ahlat’ın Dalları

    Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan’ın elinden çıkma, kendi hakikatini arayan, sesini fark ettirmek isteyen; suçlulukla harmanlanmış hayallerle taşan, iflah olmaz “romantik” genç Sinan’ın yazarlığa attığı adımları tek tek anlatan ve nasıl yürüdüğü yolda geriye doğru ilerlediğini, başladığı yere mahkum edildiğini fark etme öyküsüdür.
   Sinan sınıf öğretmenliği okumuş, atama bekleyen, askerlikten önce ,köyündeyken, yazılarını zor bela denkleştirebildiği matbaa parasıyla yayınlamış fakat evin bir köşesinde rutubetten sararmış sayfalara dönüşmüş kitabı Ahlat Ağacı’na hayatını yansıtmış, köylü bir gençtir aslında. Bilinmeyene karşı bir heyecan,  doğup büyüdüğü bu toprakların insanlarına karşı duyduğu tiksintiyle yazdığı gözlemci yazıları içeren bir kitap Ahlat Ağacı.
   Ahlat Ağacı, Sinan’ın mütevazi köyünün her yerinde bulunan, şekilsiz, meyvesiz ve Sinan’ın tanımlamasıyla yeri yurdu olmayan, yapayalnız bir ağaçtır. Uyum sağlayamamışların ağacı Ahlat, dallarında nice kalp kırıklıklarını, ölümü taşır hikâyeye.
    Sinan, haliyle üniversiteyi bitirir ve Çanakkale’den köyüne döner. Ailesini uzun süredir görememiş olmanın merakıyla evine dönerken adım attığı gibi sırtına bindirilmiş sorumlulukları hisseder Kuyumcu’nun babasının borcunu Sinan’dan istemesiyle. Sinan tam da bu sahnede fark eder neden ailesinden bunca zamandır kendisini ittiğini, topraklarının insanlarından tiksindiğini. Ona göre birbirine benzeyen bezelye taneleridir bu insanlar, ömür çürütürler tarlalarda…
    Hikâye Sinan’ın eve geldiğinde babasının ve annesinin bitmek bilmez ancak tahammüllü bir alışkanlıkla harmanlanmış didişmelerini, zor bela ders çalışan kız kardeşinin evdeki varlığını ve babasının at yarışı bağımlılığını yüzüne tokat gibi yemesiyle devam eder.  Yabancılaşmış hisseder kendisini, şehirleri, Hatice’nin de dediği gibi kalabalık caddeleri, saçlarını uçuran rüzgârları, yağmurları görmüştür. Kendi gerçekliğini, üniversitede ve sonrasında şehrin hızı ile köy hayatının onu boğan sınırları arasında aramaya çalışır.
    Yazılarını yayınlamak, bezelye tanelerinden farklı olmak ister, muhalefet olmak, her şeye karşı durabileceğini, asla köyde çürütülecek bir hayatı kabul etmeyeceğini düşünür. Köyünde okuyup yazan bir insan olarak, düşünmekten delireceğine ölümü yeğler aslında. Hikâyenin sonunda, kuyuda babasına uzak, kaderin acımasızlığı ve parasızlığın çaresizliğiyle kavrulan Sinan'ı astığını görürüz Ceylan'ın. Sinan’ı Sinan yapan, Yazar Süleyman’ın da dediği gibi iflah olmaz bir romantik gibi her şeye muhalefet olan, tarafsız ve yeri yurdu olmayan, Ahlat gibi şekilsiz, uyumsuz genç Sinan’ın kendisini kaderine teslim ettiğini; var olmanın kuyusunda debelenip durmak yerine, insanlara hissettiği tiksintiyle kendisini asmayı, muhalefet olmaya, yaşamın değer ve sınırsız bir olgu olduğuna dair inancı asla bitmeyecek olan Sinan’ı, ruhunu öldürdüğüne şahitlik ederiz.  Onun yerine artık karşımızda, aslında her insanın yaşadığı kendi çizgini, yolunu kendin çizme ile var olan gerçekliğe, kaderin ve dinin sana biçtiği role boyun eğme arasında bir seçim yapmış, babasının kaderini, onun gibi “işe yaramaz” olmayı kabullenmiş Sinan’ı görürüz.
   Hikâye, aslında her insanın hayatında cebelleştiği iki gerçekliği gözler önüne serer, seçim yapmak için ne kadar debelensek de hayatın acımasızlığı, tek başına Ahlat gibi sağlam duramayacağımız gerçeği ve yalnızlığın dayanılmaz bezginliğinden ötürü her zaman bize biçilmiş, altın tepsilerle önümüze sunulmuş rolleri seçeceğimiz gerçeğini yüzümüze vurur.
    İki seçenek vardır önümüzde doğdumuz anda sunulan: Hakikatini arayabilir, bir kimselerin etrafında toplanıp kul köle olmayı taşranın bağrından kopan çığlıklarla reddedebilir, Ahlat gibi hiçbir şekle, hiçbir kalıba sığmadan büyük bir yalnızlık ve insanların satılmışlığına duyduğun tiksintiyle yaşayabilirsin. Bir diğer yandan ise iradeni topluma satar, hayatını, varlığını sorgulayan cılız fısıltılarla ömrün boyunca rahatsız edilmeyi göze alır ancak bir başkalarının arasında, kabullenilmişliklerle kabullenilip yaşarsın, bir yerin, bir yurdun olur, öldüğünde gömüleceğin bir aile mezarlığın, ait hissettiğin bir köyün… Fakat burada da bitmez, asla karşı çıkamazsın, Hatice gibi kuyumcuların altın kemerlerine, hayatın sana sunduğu bugün var yarın yok maddiyatı karşılığında kendini kaderine bırakır, hikayeni izlersin, yaşayamaz, sınırlarını esnetemezsin. En önemlisi ise varlığının farkına varamaz, var olduğunu hiçbir zaman hissedemezsin.
   Babasının düştüğü borç yatağını öğrendikten sonra kitabını bastırabilmek için önce belediye başkanına, ardından Kumcu İlhami’nin yanına gider. Yazdıklarını bu insanların anlayamayacağının farkında olan, tekrar ve tekrar böyle insanların karşısında kitabı için gereken parayı denkleştirmek uğruna çıkan Sinan hiçbirinden olumlu yanıt alamaz, babaannesinden kalma el yazması defterleri satarak ihtiyacı olan parayı bulur. Kumcu İlhami’nin onu neredeyse kapı dışarı etmesine darılmak bir yana kabaran, köpüren bir öfke ile karşılık vermek ister ancak defalarca böyleleriyle karşılaşmış olmanın verdiği buruklukla kendisini dizginlemeye çalışır, oradan ayrılır. İçten içe farkındadır, muhtaç olduğu insanlardan çok daha iyisi olduğunun, içinde yaşadığı karmaşayla her gün savaşıp bir yandan kitabını bastırmaya, sesini çıkarmaya çalışıp bir yandan da babasının düştüğü durumu idare etmeye çalışır.
    Babası önceleri saygın bir öğretmen olan, edebiyatla iç içe, tıpkı Sinan gibi kalıpsız, yaşamla dolup taşan bir adamdır. Fakat feleğin sillesine uğrar, varını yoğunu kumar masalarında kaybeder, annesine şiirler söyleyen, kuşlardan, yağmurlardan bahseden romantik adam yerine kadere yenilmiş, olması gereken yeri yenilgiyle kabullenmiş bir adama dönüşür. Ve tıpkı o da Sinan gibi, hikâyenin sonunda katili olacaktır içindeki çocuğun, her bir yanını karıncalar sararken, Ahlat’ın dibinde ölümle tanışacak, yaşlandığını fark ederek edebiyatın, felsefenin karın doyurmadığını söyleyenlerden olacaktır.  Kuyudan da su çıkmayacağına, boşuna uğraştığını fark ettiğinde bile oğlunun onunla beraber kazması bu durumu geriye çeviremeyecek, sadece gözlerini bir süreliğine kamaştıracak, belkilere aldanmasını sağlayacaktır.
  Sinan’ın kitabını okuyan tek kişinin, araba için köpeğini gizlice sattığı babası olduğunu öğrenmesinden sonra kaderini kabullenmesi ve kendisini babasının bütün umutlarını su çıkma ihtimaline bağladığı, kurbağalı kuyuda kendisini asması, onun babasına artık işe yaramaz bir kumarbaz gözüyle bakmamaya karar verdiği, aralarındaki bütün buzları kırdığı ve kaderiyle beraber, babasıyla yalnızlaşmayı, sıradanlaşmayı kabul ettiği anlamlarına gelir. Sinan, kitabının hiç satılmadığını, ne annesinin ne de kız kardeşinin onun fısıltılarını mürekkebe çevirip kelimelere döktüğü satırlarını okumadığını öğrenince pes etmenin kıyısına gelmiştir.
   Nihayetinde Sinan, iki seçeneği de görmüş, Hatice ve Süleyman ile konuşmuş, köyün imamlarına kaderden yanmış, bir insanın hayatında yaşadığı iki büyük dönüm noktasına uğramıştır: Önce olgunlaşmış, sonrasında ise kabullenmiştir.
    Bir köy, fakirlikten kırılan, borç yatağında, dedikodu korkusuyla, alacaklı tehditleriyle yaşayan bir aile,  sınırların ötesini görmek isteyen, çevresinden bambaşka bazen rengarenk bazense Truva gibi iki yönlü, karanlık bir genç…
   Olgunlaşmayı olabildiğince geciktirmiş, kabullenilmişleri olabildiğine reddetmiş ancak sınırlarının dışında, imkanlarından, büyüdüğü topraklardan ayrı olamayacağını buruklukla karışmış bir yenilgi, tepkisizlikle karşılamış bir adam…
  Anadolu’dan, içimizden birilerini, bizi yansıtan, seçeneklerimizle yüz yüze getiren, bugünün dünyasında mal varlığımız kadar yer kapladığımızı yüzümüze vuran, Ahlat gibi kalıpsız, reddedişlerle yalnızlaşmış, insanlara tiksinti hisseden gençlerimizin, benim, senin ve bizim; fısıltılarını çığlıklara çevirmek için yazanların, taşradan kopup gelenlerin Ahlat’ın dallarında büyüyen, karıncalar gibi ruhumuzda gezinen ölümle tanıştıran, kaçışları yok eden bir dram hikâyesi…

11 Nisan 2020 Cumartesi

Semih Kaplanoğlu, Buğday Film Değerlendirmesi.


                      Nefes mi Buğday mı?

    Semih Kaplanoğlu’nun yazıp yönetmenliğini üstlendiği Buğday filmi, modern ve renksiz, hakikatten uzak, benlik üzerine kurulu dünyada kapana kısılmış, içini kaplayan sıkıntının çaresini sınır kapılarının dışında aramakta bulan bir profesörün, bilimin adamının ve ona yolculuğunda eşlik eden sürgün hayatı yaşayarak zehirli topraklarda hayatın kendisinin izini süren bir adamın hikâyesini ele alıyor. Kur’an’dan kıssaları beyaz perdeye aktaran Kaplanoğlu, aslında bu filmle beyaz perdede bir delik açar. İsyanlarını ettiği modern dünyanın en güçlü silahı olan sinema perdesinde başta bilim olmak üzere sinemaya, materyalist ve kapitalist dünya düzeninde yitip giden bütün değerlerimize karşı yükselir sesi, benliğinden kurtulmak için debelenir perdenin arkasında. Attığı tekmelerden birkaçı işe yaramış diyebiliriz filmin sonunda, son nefesimizi verdiğimizde.
    Bir adım ileri geleceği anlatan film, mülteci kamplarında açar perdeyi. Seçilmiş, bereketli toprakların olduğu ve yaşamın ölümcül olmadığı bir bölge vardır. Etrafıysa kendiliğinden bırakılmış ve ölü topraklar olarak adlandırılan asit yağmurlarında yıkanan topraklarla çevrilidir. Seçilmiş bölgede şehir vardır: Modern dünyanın atan kalbi şirketler ve kaçınılmaz bir kaos... Şehre kimin girip kimlerin giremeyeceği ise teknolojinin geleceği son noktayı göstermek istermişçesine gen taramalarıyla belirlenir; hastalıksız, devamlılık sağlayabilecek sağlıklı genlere sahipsen şehirdesindir, değilsen zehirli topraklara ya da mülteci kamplarına mâhkum.

Filmin Afişi.

   Hikâyenin temelini oluşturan karakterlerden Erol’un çalıştığı, Cemil’in ise işten çıkarıldığı bir şirket vardır şehrin merkezinde: Novus Vita. Tohum genetiğiyle oynayan, tarım biliminin zirvesi bir şirkettir. Sürekli hasat verebilecek tohumlar oluşturmak için genleriyle oynarlar şirkette buğdayların, mercimeklerin.  Latinceden çevirisi “Yeni Hayat” olan şirket insanlara bilimle harmanlanmış kapitalist sistemin çarkları arasında sıkışmış materyalist bir hayat sunmaktır. Bilimle yepyeni bir hayata, tarihini, geçmişini unutmaya…
   Büyük talihsizliktir ki şirkette genetik kaos yaşanmakta, sokaklarda insanlar “Gen ırkçılığına hayır!” pankartları atmaktadır. Kimse memnun değildir sistemden ancak itirazlarının çarkları döndüren motor yağı olduğunun da farkında değillerdir. Şirket toplantısındaysa bir isim zikredilir: Cemil Akman. Genetik kaosun ve M maddeciliğinin insanlığın sonunu getireceğini, tohumların genetiklerinin hiçbir zaman sürekli hasat verebilecek hale getirilemeyeceğini çünkü M maddesinden yoksun olduklarını yazan tezinden ötürü Novus Vita’dan, bilimin getirdiği yeni hayattan kovulmuştur. Toplantıda krizin nasıl çözüleceği konuşulur, Erol çareyi bu hadiseye karşı yıllar önce şirketi uyaran Cemil’le konuşmakta bulur.
   Sıkıntıyla laboratuarına gider,  öğrencisi Andrei onu beklemektedir o sırada. Şirketten kovulacağını bildiği için hocasından özür diler, hadiseyi anlatır. Genetiği oynanmış mercimeği laboratuar dışına çıkarmıştır. Andrei’nin yaptığından ötürü pişman olmadığını görmekle beraber filmin ilerleyen sahnelerinde şehrin dışındaki yaşama duyduğu özlemi arkasına alan bir asi olduğunu daha iyi görürüz. Denekler arasında geçen siyah beyaz bir dünyadan bıkmıştır, şehrin dışındaki toprağın kokusunu, ailesini özlemiştir. Hocasının aradığı Cemil Akman dosyalarınıysa sisteme sızıp bulan, mahkeme kayıtlarını izleten kendisidir. Gönlünde huzursuzluk yatan, ait olmadığını bilen bir başka ruhtur.
   Cemil’le konuşabilmek için soyağacı arşivlerinden adresini bulan Erol evine gittiğinde kızı Tara’yı bulur. Tara, kimsenin bilmediği bir dilde konuşuyordur, Erol’un hiçbir sorusunu cevaplamadığı gibi ona bir soru yöneltir: Nefes mi buğday mı?
   Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre arasındaki olayı aktaran bu sahnede, buğday yanıtını veren Erol’un, himmete dönene dek Yunus Emre gibi yapacağı uzun bir yolculuk vardır önünde. Henüz nesnelerin ötesini görememektedir, ölü topraklarda abdest almamış, enfeksiyonunu atamamıştır bünyesinden.
   Sol kaburgasının hemen altında bir enfeksiyon vardır Erol’un, her gece düzenli iğne yapar yarasına ağrıyı hafifletmek ve yayılmasını engellemek için.  Bu enfeksiyon bedeninden çok ruhundadır, iğneler etki etmez, ölü topraklarda abdest alana dek temizlenmez. Novus Vita’nın deneylerinden bulaşmış, genetik kaosla beslenen çürük yumurta kokuları yayan, filmin kahramanını tiksindiren bir yaradır bu.
   Bir tanıdığını ziyarete giden Erol, sınır kapısının dışına çıkmaya karar verir Cemil’i bulabilmek için. Evinde yaşanan yangından sonra Cemil’i gören, duyan kimse olmamıştır ve tampon bölgede yaşadığına dair bir fısıltı dolaşmaktadır şehirde. Gerekli ekipmanları ayarladıktan sonra kendisini sınır kapısından geçirebilecek bir kadın bulur: Alice. Alice, onu ve son anda yolculuğa eklenen şirketin siyah beyazından bıkmış Andrei’yi sınırdan geçirecektir.  
    Filmin başında kamptan kaçmaya çalışırken kapıya doğru koşan bir çocuk sınır kapısından adımını attığı gibi yanarak ölmüştür. Ölümcül tehlikeye sahiptir kimsenin içeri girememesi ve kimsenin çıkamaması için. Her insanın mahkûm olduğu kozada kaldığından emin olmalıdır şehir, kimse onu terk edememelidir. Kapıdan geçmeden önce Erol ve Andrei’yi takip edebilmek için çip aşılayan Alice, en fazla beş gün sonra sınır kapısında onları alacağını söyleyerek perdeden ayrılır.
   Artık profesör ve öğrencisi tek bir karıncanın bile yaşamadığı, salgınların insanları tek tek öldürdüğü ve asit yağmurlarında yıkanan topraklarda tek başınadır. Yorgunluk ve açlıktan tek bir adım bile atamayacak hale gelene dek yürürler. Terk edilmiş bir kamp alanı, salgından ölmüş insanları geçerler, bataklığı dolaşırlar ve gölün kıyısına kadar gelirler. Gece olduğundan uyumak üzere tulumlarına girip kendilerini uykunun kollarına bırakırlar.
   Sınır kapısından geçtiğinde Erol geri dönülmez bir yola girmiştir. Benliğinden kurtulmak üzere çıktığı bu yolculukta enfeksiyonu ruhuna son saldırılarını yaparken yavaş yavaş delirmeye başlamıştır. O gece tatlı uykusunu bölen bir rüya görür. Rüyasında öğrencisi Andrei bataklıktaki sazlıkların arasından yürür, çantası açıktır ve her şeyi suya dökülür. Erol, öğrencisine seslenir ancak sesini duyuramaz. Ardından sırtını bataklığa dönerek yatar. Önce Andrei’yi alır zehirli topraklar Erol’dan. Ardından kendisini.
   Sabah kalktığında ilk iş öğrencisini arar Erol, bulduğunda derin bir nefes alır. Geliş amacı bir tokat gibi çarpar yüzüne, Cemil’i bulmak için tekrardan düşerler yollara. Tıpkı Yunus Emre’nin Tapduk Emre’yi ararken çıktığı gibi… Bir sandal bulurlar, gölün etrafını arayabilmek için binerler. Bir tur, iki tur, üç tur… Kıyıdan Cemil onlara “Buraya gelin!” diye haykırana dek ararlar. Doğruyu arayan iki cahil kulun peygamberiyle tanışmalarını bulmasını temsil eder gözümde. Tebliğci, çağrısını yapmadan onu göremezler ne kadar çok turlarlarsa turlasınlar gölü. Doğru yolu, yol gösteren olmadan bulamazlar. 
Erol ve öğrencisi Cemil'i bulmuştur.

    Kıyıya vardıklarındaysa Cemil’e kendini tanıtır Erol, amacı tezini sormak, nasıl yıllar öncesinden bu felaketi öngörebildiğini öğrenmektir. Cemil’in cevabı nettir, yıllar önce araştırmalarında yaratılan her şeyin içinde M parçacığı olduğunu keşfetmiştir. Şirketin genetiğiyle oynayarak yarattığı tohumlardaysa bu parçacık bulunmaz. İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şeyde M parçacığı yoktur. Düşünürüm, M parçacığı Tanrı’nın kendisi midir? Tanrı, yarattığı her canlıya ruhundan üflemiştir, her canlıya şah damarından daha yakındır, içindedir. İnsan ise onun bir parçasıyken Tanrı değildir, yarattıkları ebedi olamayacaktır ve Cemil bunu fark ettiğinde kendisini ölü topraklarda yaşamı bulmaya fırlatmıştır. İnsanın dünyaya fırlatıldığı gibi… Yapacak işleri olan Cemil’in gitmesi gerekir, kayığa atlar ve profesörle öğrencisinden uzaklaşır. “Hayır.” cevabını kabul etmeyecek kadar inatçıdır Erol, suya atlar ve kayığa doğru yüzer. Cemil’in “Sen benimle yolculuğa dayanamazsın.” sözlerine rağmen tıpkı Musa gibi aldırış etmez. Hızır’ın tek bir şartı olduğu gibi Cemil’in de tek bir şartı vardır yolculuğa Erol’u kabul etmek için: Seyahatleri boyunca kendisine hiçbir soru sormayacaktır. Erol kabul eder. Bilimin adamı olan ve hayatını görebildikleri, hesaplayabildikleri üzerine kurmuş Erol’un iradesini zamanla içten yiyen bir yolculuğa başlarlar böylece. Onlar sandalla gölde açılırken öğrencisi Andrei ise kıyıda, kokusunu özlediği topraklarda özgürlüğe doğru yürür, dünyeviliğe sırtını dönerek bataklığa karışır. Perdede artık sadece Hızır’la Musa kalmıştır.
    Tıpkı kıssada olduğu gibi gölün ortasında kayığı batırır Cemil. Erol, çılgına döner, dilini tutamaz ve sorular sormaya başlar. Cemil’den alabildiği tek yanıt ise “Ölü taklidi yap.” olur. Sözünü dinler.
     Çok geçmeden bölgede arama yapan şehrin uçakları gölün üzerinde uçmaya başlar, göldeki ölüleri kontrol eder, gölge yüzen tek şeyin cesetler olduğundan emin olduktan sonra perdeden ayrılır. Karaya çıktıklarındaysa kucağında bir bebek vardır Cemil’in sırtındaki çanta yerine. Bebekken annesi tarafından Nil Nehri’ne bırakılan Musa aklımıza gelir. Erol, bir daha Cemil’e onu sorgulamayacağına dair söz verir, dur durak bilmeksizin yürümeye başlarlar ve birçok insanın olduğu küçük bir kasabaya gelirler. Cemil, ölü topraklarda hayatı aradığından tohumculukla uğraşmayı bırakmaz, mahsul yetiştirmek ister ancak kayıklarını batırdığında elindeki bütün tohumlar gölün dibini boylamıştır. Geldikleri kasabadan çadır, birkaç günlük yemek alıp çıkarlar. Günün sonundaysa kasabaya yakın bir yere çadır kurarlar.
   Erol’un çarkların dışında geçirdiği, yalnızlığını hissettiği ikinci gecedir bu. Delirmeye her gece bir adım daha yaklaşmaktadır rüyalarında. Yanan bir ağaç görür, etrafta başka hiçbir şey yoktur, tek başınadır ölü topraklarda. Antik Yunan mitolojisinde ağaç hayatı temsil eder, dünyanın merkezinde hayat ağacı bulunur ve üç katı birbirine bağlar. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir. Hayat, ölü topraklarda yanar, tıpkı tek istediği şey mülteci kampından kaçmak olan küçük çocuk gibi. Erol, rüyasında hayatının yandığını görür, yaşamının son nefesini verdiğini. Ter içinde uyanır, Cemil’in çoktan kalkmış olduğunu görür. Firavun’un rüyasını Yusuf’a anlatması gibi anlatır gördüklerini Cemil’e. Hep bir rüyadayız, der Cemil. Hep bir rüyadayız, öldüğümüz an uyanacağız.
   Tohumların genleriyle her oynadıklarında insanın içinde de bir şeyleri değiştirdiğimizi fark edememiştir şehirdekiler. Tanrı’yı oynayan insanların cahilliklerinin ruhlarını nasıl geri dönülmez bir siyah beyaz televizyon ekranına hapsedeceğini tahmin edememişlerdir. Genetik kaos makalesine dek Cemil de bu bilimin adamlarından olmuştur. Benliğiyle yaşıyordur, hapsolmuştur seçilmiş bölgenin laboratuarlarına.
   Varlığın tek vücud, kendisinin de onun bir parçası olduğunu fark ettiğinde, Tanrı’yı oynamanın onu insan olmaktan ne denli uzaklaştırdığını gördüğünde benliğinden kurtulmak için elinden geleni yapmaya karar vermiştir. Şehrin sınırlarının dışına çıkmış, kendisini dünyevilikten soyutlamıştır.
    Tek başına yapması zordur.
   -Beni öldürecek birini aramaya başladım.
    Erol sorar:
   -Peki, kendini öldürecek birini buldun mu?
   -Buldum, der Cemil.
    Cemil’in anlattıklarını hala olması gerektiği gibi anlayamayan Erol’un gidecek çok yolu vardır ancak o gece, o rüyayla yeniden dirilişi başlamıştır. Kendisini, nefsini öldürmeli ve yeniden doğmalıdır. Bütün günahlarından tövbe etmeli, nefsinin önüne altın tepsilerle sunduğu her dünyevi zevke hayır diyebilmelidir.
    Üçüncü gece gördüğü rüyaysa kafası karışık Erol’un benliğiyle yüzleşme korkusunu anlatır. Kamp alanlarına, karşısına bir kurt gelmiştir. Erol’a keskin gözleriyle bakmış, hırlamaya başlamıştır. Erol ise beklendiği gibi kaskatı kesilmiş, korkmuş ve çadırına saklanmıştır. Kurtsa çadırının etrafında tur atmaya başlamıştır. Tekrardan ter içinde uyanmıştır, kurdun gerçek olmadığına sevinse de benliğiyle zihni, ruhuyla bir kavgaya girişmiştir. Huzursuzluğu iyice artmış, yönünü bulmakta çektiği zorluk katlanılmaz hale gelmiştir. Kurt, atalarımızın mağaralara çizimler yaptığı zamanlarda anlattığı hikayelerde Tanrı’ya yakarışı temsil etmektedir. Bu rüya, Erol’un Tanrıcılık oynamaktan vazgeçmesi halinde girdiği karmaşayı yansıtır, Cemil gibi benliğini öldürecek birini mi aramalıdır? Cemil onu nereye götürmektedir? Aklından geçen hiçbir soruya onu ikna edebilecek kadar mantıklı bir cevabı yoktur.
    Meslek alışkanlığından onun için en önemli değer mantığı, aklıdır. Şehrin dışında geçirdiği geceler çoğaldıkça dayandığı mantığı zayıflamadan öte yok olmaya başlamıştır. Benliğini öldürebilmesi için mantığını denklemden çıkarması gereklidir. Enfeksiyonunun ağrısı ve tiksinç kokusu aşısının yokluğunda iyice artmıştır. Yok oluşundan önceki son çırpınışlarıdır bu Erol’un içindeki sistemin kırıntılarının.
    Erol ise Cemil’in peşinde sorgusuz sualsiz olmaya, mantığını ve şüphelerini bir kenara koymaya çalışarak seyahat etmektedir. Yolculuklarının üçüncü günündeki durağıysa Cemil’e ve onun değerli bir hocasına ait sera izlenimi veren bir mabettir. Şehir kurulurken bütün verimli topraklar modern tarım yapabilmek için taşınmıştır. Buradaysa Cemil, bereketli, temiz ve nefes alan toprak saklamaktadır.
    Mabede girdiklerinde ışıkları “Hayy” diyerek açan Cemil, burada ölü topraklardaki nefesi saklamaktadır. Hayy, yaşam sahibi, ebedi demektir ve Cemil, toprağın ebediliğini almak istermişçesine oturur ve abdest almaya başlar. Kısa bir süre sonra yoldaşı da ona katılır. Erol, bütün yaşamı emmek ister, vücudunu saran, bedenini, ruhunu çürüten enfeksiyondan kurtulmak... Toprağı avuçlarına alır, gömleğini açar ve yarasına sürmeye başlar.
    O gece mabette uyurlar, Erol ilk kez şehrin dışındaki bir gece onu tırmalayarak uyandıran bir rüya görmez. Aklı, delilik haline alışmıştır artık. Cemil’in nefes alan, verimli toprakları tohum ekerken kullanabilmesi, ölü topraklara nefesi yayabilmek için sabah kalktıkları gibi mabetteki toprağı çuvallara doldurur, kayıklara taşırlar,
    Onu terk etmeyen de bir umudu vardır Cemil’in. Geçtiği yollarda gördüğü kayaların altına tohumlar koyar. Tohumlar eksilir, bir böcek, bir hayvan alır umuduyla sık sık kontrol eder. Bir kere hariç, tohumlar hiç eksilmemiştir.
    Tekrardan sorar Cemil Erol’a:
   -Nefes mi buğday mı?
   Tekrardan buğday yanıtını alır Erol’dan. Anlatmaya başlar.
   Varlığın özü buğdaydır, yaşamı yeniden kurabilmeni sağlayacak tohum buğdaydır. Buğday tanesinin ortasındaki çizgiyse aşk çizgisidir, eliftir, ilktir. Ayırır, birleştirir.
   Yolculuğunu henüz tamamlamamış olan Erol, anlamaz. Canlı cansız her şey insan olmak ister, tüm kâinat insandır ve Erol, insan parçacığını görmeye bir adım uzaklıktadır.
    Erol yorulmuştur, çuvalları taşırken, açlıktan midesi sırtına yapışmıştır, çözümü taş bağlamakta bulur beline. Akşam olur çuvalları taşırken, bir çocuk yanaşır yanına. Acıkmış Erol’a onu yemek yemeye götürmeyi teklif eder. Çuvalları bırakmasını, yolculuğundan ayrılmasını. İnsanı doğrudan, hakikatten ayıran şeytandan başkası değildir çocuk. Hızır ile Musa’nın kıssasındaki kardeşiyle aynı kaderi paylaşır.
   Gerçekle hayali ayıramayan hale gelmiş Erol, çocuğu arar sabah ilk iş. Artık delirmiş olduğu fikrini kabullenmeye birkaç adım daha yakındır. Mabette uyumakta olan Cemil’i görür. Onu suçlar. Cemil ise suçluluk duygusundan başka bir şeyi olmadığını söyler ona.
   Hayatını laboratuarlarda, görebildiklerine sığınarak göremediği hakikatlere düşman olarak geçirmiştir Erol. Benliğinin katilini aradığı yolculuk henüz bitmemiştir, gitmesi gereken son bir durak kalmıştır.
   Kur’an-ı Kerim’den ilham alan sahne, Erol’un yarasının toprakla abdestinden sonra iyileştiğini görmesiyle sonlanır. Musa’nın Hızır’a dediği gibi:
-Bir daha yaptıklarından şüphe duyarsam yollarımız ayrılır, der Erol yol arkadaşına.
   Sınıra yakın kampa gelmişlerdir. Cemil, Erol’u bu kampta bırakıp yoluna devam edecek, Erol ise ruhunu yaralamış şehre paramparça olmuş zihniyle geri dönecektir. Kampa vardıklarındaysa orada yaşayanlar iki dostu iyi karşılamaz, gitmeleri için belalar okurlar -bir tanesi Cemil’in kaşına isabet eden- taşlar fırlatırlar. Koşarak korunmaya çalışır Erol, Cemil ise istifini bozmadan sakince yürümektedir.
    Köşeyi döndüğündeyse yalnız başınadır Erol. Cemil arkada kalmıştır, karşısındaysa onu almak için bekleyen Alice vardır. Geri dönmeyi reddeder, bitirecek işi olduğunu söyler iki dünya arasında ona köprü olmuş kadına. Endişeli kadınsa onu bulmak için çok uğraştığını günlerdir ölü topraklarda tek başına gezdiğini, Cemil’i bulamadığını söyler.
    Musa anlam veremez Hızır’ın sakinliğine. Yoldaşının onların canına kast eden kasabadaki duvarı tamir etmeye çalıştığını gördüğündeyse kendisini tutamaz. Nasıl böylesine insanların duvarını tamir edip onlara iyilik edebilir Hızır? Aklı almaz.
   Cemil, Erol’a duvarın son deliğinden içeri bakması için yer verir. Kıssada olduğu gibi, zenginlik içerisinde bir arsa, iki yetim çocuk ve Hızır. Hikâyemizdeki tek farklılıksa Cemil’in duvarın arkasındaki ağaçların arasında kaybolana dek yürümeye başlamasıdır.
   Filmin son sahnesindeyse Erol’un, Cemil’in kayaların altına bıraktığı tohumlarından birinin eksildiğini fark ettiğini seyrederiz. Bir karıncayla karşılaşır Erol. Zehirli topraklara Cemil’in silüetinin ağaçların arasında kaybolmasıyla yaşam gelmiştir. Heyecanla karıncayı takip eder Erol, yuvasına kadar.
   Heyecanı onu boğazından kavrar, nefes alamayacak hale getirir. Yere eğilir, kazmaya başlar toprağı, karıncanın yuvasını bulana dek. Zehirli toprağa açtığı çukurdan çıkan tek şeyse avuç dolusu buğday taneleridir. Zehirli, verimsiz koşullara rağmen büyüyen hayatı görürüz.
   Avucunu buğday taneleriyle doldurur Erol, derin bir nefes alır:
 -Nefes, der.
   Sonunda Tara’nın sorusuna doğru cevabı gönlünün en derinlerinden, inancıyla vermiştir.
   Erol, aslında Cemil’i hiç bulmamıştır. Ölü toprakların büyüsüne kapılıp ayaklarında derman kalmayıncaya dek yürümüş hayat ağacını keşfetmiş, modern dünyanın insanı onursuzlaştıran, keskin tırnaklarıyla kavrayan ellerinden uzaklaşmıştır. Kendisinden uzaklaşmış, aklını yitirerek göremediğini hissetmiştir.
Buğday kendini göstermiştir.
   Erol ile Cemil birbirlerinin katili olmuşlardır, ilim yolunda. Buğday tanesi benlikleriyle gönüllerini ayırmış, onlara parçası oldukları vücutla birleştirmiştir. Gerçek aşkın kollarında bulmuşlardır kendilerini.
   Kahraman karıncaysa başından beri orada bir yerlerde, toprağın dışına çıkmak için bekliyordur. İlim, arayana layık olduğunda görünür. Başından beri oradadır. Yunus’un Tapduk Emre’yi bulması, Musa’nın Hızır’ın ilmini tatması gibi…
   Buğday tanelerinin bir başka yönü de vardır. Kabil’in Tanrı’ya sunduğu adak, bahçesinden mahsuller, en güzel meyveler ve buğday taneleridir. Musa ve Hızır kıssası bir yana, Kabil ile Habil’in hikayesini de ele alır film.
    Vakti zamanında Habil çoban, Kabil ise çiftçi iki kardeştir ve Tanrı bu kardeşlerden ellerindeki en güzel ürünleri sunmalarını ister kendisine. Habil, en büyük en görkemli koyununu, Kabil’se bahçesinin en güzel üzümlerini, buğdaylarını sunar. Tanrı, Kabil’in adağını beğenmez.
    Nedenini hiç düşünmemişizdir bu hikâyenin. Tek bildiğimiz Kabil’in ilk katil olduğudur. Hikayenin ardındaysa bugün bile acısını çektiğimiz cehaletimiz yatıyor. Kabil, modern toplumun gerçeği, tarihinin kendisidir. Bir buğday tohumuyla başlıyor tarım, Kabil’in kardeşinin canını almasıyla, tarımdan mülkiyete modern dünyanın temellerine… İnsanlığın tarihinin başlangıcında Kabil’in temsil ettiği Novus Vita’ydı, yeni hayattı. Tanrı’nın Kabil’in adağını beğenmemesinin sebebi de budur.
   Yeni hayat, insanların Tanrıcılık oynadığı bir tiyatrodur aslında. Kabil’in Novus Vita’sı insanın siyahla beyaz perdelere gömüldüğü, toprağa bağlı, toprağın malı olarak yaşamaya başlayacakları bir hayattır.
   İlk nedeni, ilk cehaleti ve çürümüş ruhların kokularının hâkim olduğu sahneden kaçma fırsatını veriyor Buğday bizlere, perdemizde bir delik açıyor, sınır kapılarının dışını görme olanağı sağlıyor.
   İnsanın varlığını idrak edebilmesinin ve en sevdiği besteleri çarkların sürtme seslerine dönüştüren sistemi yırtıp atabilmesinin buğday tanesinde, benliğimizi öldürüp özgürleşmekte olduğunu göstermek istiyor Semih Kaplanoğlu. Uyuduğumuz rüyadan uyandırmak, benliğimizin katili olmak…
   Cemil’in de dediği gibi, hep bir rüyadayız ve öldüğümüz an uyanacağız.