Ahlat’ın Dalları
Ahlat Ağacı, Nuri
Bilge Ceylan’ın elinden çıkma, kendi hakikatini arayan, sesini fark ettirmek
isteyen; suçlulukla harmanlanmış hayallerle taşan, iflah olmaz “romantik” genç
Sinan’ın yazarlığa attığı adımları tek tek anlatan ve nasıl yürüdüğü yolda geriye
doğru ilerlediğini, başladığı yere mahkum edildiğini fark etme öyküsüdür.
Sinan sınıf
öğretmenliği okumuş, atama bekleyen, askerlikten önce ,köyündeyken, yazılarını
zor bela denkleştirebildiği matbaa parasıyla yayınlamış fakat evin bir
köşesinde rutubetten sararmış sayfalara dönüşmüş kitabı Ahlat Ağacı’na hayatını
yansıtmış, köylü bir gençtir aslında. Bilinmeyene karşı bir heyecan, doğup büyüdüğü bu toprakların insanlarına
karşı duyduğu tiksintiyle yazdığı gözlemci yazıları içeren bir kitap Ahlat Ağacı.
Ahlat Ağacı,
Sinan’ın mütevazi köyünün her yerinde bulunan, şekilsiz, meyvesiz ve Sinan’ın
tanımlamasıyla yeri yurdu olmayan, yapayalnız bir ağaçtır. Uyum sağlayamamışların
ağacı Ahlat, dallarında nice kalp kırıklıklarını, ölümü taşır hikâyeye.

Hikâye Sinan’ın
eve geldiğinde babasının ve annesinin bitmek bilmez ancak tahammüllü bir
alışkanlıkla harmanlanmış didişmelerini, zor bela ders çalışan kız kardeşinin
evdeki varlığını ve babasının at yarışı bağımlılığını yüzüne tokat gibi
yemesiyle devam eder. Yabancılaşmış
hisseder kendisini, şehirleri, Hatice’nin de dediği gibi kalabalık caddeleri,
saçlarını uçuran rüzgârları, yağmurları görmüştür. Kendi gerçekliğini,
üniversitede ve sonrasında şehrin hızı ile köy hayatının onu boğan sınırları
arasında aramaya çalışır.
Yazılarını
yayınlamak, bezelye tanelerinden farklı olmak ister, muhalefet olmak, her şeye
karşı durabileceğini, asla köyde çürütülecek bir hayatı kabul etmeyeceğini
düşünür. Köyünde okuyup yazan bir insan olarak, düşünmekten delireceğine ölümü
yeğler aslında. Hikâyenin sonunda, kuyuda babasına uzak, kaderin acımasızlığı
ve parasızlığın çaresizliğiyle kavrulan Sinan'ı astığını görürüz Ceylan'ın.
Sinan’ı Sinan yapan, Yazar Süleyman’ın da dediği gibi iflah olmaz bir romantik
gibi her şeye muhalefet olan, tarafsız ve yeri yurdu olmayan, Ahlat gibi
şekilsiz, uyumsuz genç Sinan’ın kendisini kaderine teslim ettiğini; var olmanın
kuyusunda debelenip durmak yerine, insanlara hissettiği tiksintiyle kendisini
asmayı, muhalefet olmaya, yaşamın değer ve sınırsız bir olgu olduğuna dair inancı
asla bitmeyecek olan Sinan’ı, ruhunu öldürdüğüne şahitlik ederiz. Onun yerine artık karşımızda, aslında her
insanın yaşadığı kendi çizgini, yolunu kendin çizme ile var olan gerçekliğe,
kaderin ve dinin sana biçtiği role boyun eğme arasında bir seçim yapmış,
babasının kaderini, onun gibi “işe yaramaz” olmayı kabullenmiş Sinan’ı görürüz.
Hikâye, aslında her
insanın hayatında cebelleştiği iki gerçekliği gözler önüne serer, seçim yapmak
için ne kadar debelensek de hayatın acımasızlığı, tek başına Ahlat gibi sağlam
duramayacağımız gerçeği ve yalnızlığın dayanılmaz bezginliğinden ötürü her
zaman bize biçilmiş, altın tepsilerle önümüze sunulmuş rolleri seçeceğimiz
gerçeğini yüzümüze vurur.
İki seçenek vardır
önümüzde doğdumuz anda sunulan: Hakikatini arayabilir, bir kimselerin etrafında
toplanıp kul köle olmayı taşranın bağrından kopan çığlıklarla reddedebilir,
Ahlat gibi hiçbir şekle, hiçbir kalıba sığmadan büyük bir yalnızlık ve
insanların satılmışlığına duyduğun tiksintiyle yaşayabilirsin. Bir diğer yandan
ise iradeni topluma satar, hayatını, varlığını sorgulayan cılız fısıltılarla
ömrün boyunca rahatsız edilmeyi göze alır ancak bir başkalarının arasında,
kabullenilmişliklerle kabullenilip yaşarsın, bir yerin, bir yurdun olur,
öldüğünde gömüleceğin bir aile mezarlığın, ait hissettiğin bir köyün… Fakat
burada da bitmez, asla karşı çıkamazsın, Hatice gibi kuyumcuların altın
kemerlerine, hayatın sana sunduğu bugün var yarın yok maddiyatı karşılığında
kendini kaderine bırakır, hikayeni izlersin, yaşayamaz, sınırlarını
esnetemezsin. En önemlisi ise varlığının farkına varamaz, var olduğunu hiçbir
zaman hissedemezsin.

Babası önceleri
saygın bir öğretmen olan, edebiyatla iç içe, tıpkı Sinan gibi kalıpsız, yaşamla
dolup taşan bir adamdır. Fakat feleğin sillesine uğrar, varını yoğunu kumar
masalarında kaybeder, annesine şiirler söyleyen, kuşlardan, yağmurlardan
bahseden romantik adam yerine kadere yenilmiş, olması gereken yeri yenilgiyle
kabullenmiş bir adama dönüşür. Ve tıpkı o da Sinan gibi, hikâyenin sonunda
katili olacaktır içindeki çocuğun, her bir yanını karıncalar sararken, Ahlat’ın
dibinde ölümle tanışacak, yaşlandığını fark ederek edebiyatın, felsefenin karın
doyurmadığını söyleyenlerden olacaktır.
Kuyudan da su çıkmayacağına, boşuna uğraştığını fark ettiğinde bile
oğlunun onunla beraber kazması bu durumu geriye çeviremeyecek, sadece gözlerini
bir süreliğine kamaştıracak, belkilere aldanmasını sağlayacaktır.
Sinan’ın kitabını
okuyan tek kişinin, araba için köpeğini gizlice sattığı babası olduğunu
öğrenmesinden sonra kaderini kabullenmesi ve kendisini babasının bütün
umutlarını su çıkma ihtimaline bağladığı, kurbağalı kuyuda kendisini asması,
onun babasına artık işe yaramaz bir kumarbaz gözüyle bakmamaya karar verdiği,
aralarındaki bütün buzları kırdığı ve kaderiyle beraber, babasıyla
yalnızlaşmayı, sıradanlaşmayı kabul ettiği anlamlarına gelir. Sinan, kitabının
hiç satılmadığını, ne annesinin ne de kız kardeşinin onun fısıltılarını
mürekkebe çevirip kelimelere döktüğü satırlarını okumadığını öğrenince pes
etmenin kıyısına gelmiştir.
Nihayetinde Sinan,
iki seçeneği de görmüş, Hatice ve Süleyman ile konuşmuş, köyün imamlarına
kaderden yanmış, bir insanın hayatında yaşadığı iki büyük dönüm noktasına
uğramıştır: Önce olgunlaşmış, sonrasında ise kabullenmiştir.
Bir köy,
fakirlikten kırılan, borç yatağında, dedikodu korkusuyla, alacaklı
tehditleriyle yaşayan bir aile, sınırların
ötesini görmek isteyen, çevresinden bambaşka bazen rengarenk bazense Truva gibi
iki yönlü, karanlık bir genç…
Olgunlaşmayı
olabildiğince geciktirmiş, kabullenilmişleri olabildiğine reddetmiş ancak
sınırlarının dışında, imkanlarından, büyüdüğü topraklardan ayrı olamayacağını
buruklukla karışmış bir yenilgi, tepkisizlikle karşılamış bir adam…
Anadolu’dan,
içimizden birilerini, bizi yansıtan, seçeneklerimizle yüz yüze getiren, bugünün
dünyasında mal varlığımız kadar yer kapladığımızı yüzümüze vuran, Ahlat gibi
kalıpsız, reddedişlerle yalnızlaşmış, insanlara tiksinti hisseden
gençlerimizin, benim, senin ve bizim; fısıltılarını çığlıklara çevirmek için
yazanların, taşradan kopup gelenlerin Ahlat’ın dallarında büyüyen, karıncalar
gibi ruhumuzda gezinen ölümle tanıştıran, kaçışları yok eden bir dram hikâyesi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder