12 Nisan 2020 Pazar

Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı Film Değerlendirmesi.


                              Ahlat’ın Dalları

    Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan’ın elinden çıkma, kendi hakikatini arayan, sesini fark ettirmek isteyen; suçlulukla harmanlanmış hayallerle taşan, iflah olmaz “romantik” genç Sinan’ın yazarlığa attığı adımları tek tek anlatan ve nasıl yürüdüğü yolda geriye doğru ilerlediğini, başladığı yere mahkum edildiğini fark etme öyküsüdür.
   Sinan sınıf öğretmenliği okumuş, atama bekleyen, askerlikten önce ,köyündeyken, yazılarını zor bela denkleştirebildiği matbaa parasıyla yayınlamış fakat evin bir köşesinde rutubetten sararmış sayfalara dönüşmüş kitabı Ahlat Ağacı’na hayatını yansıtmış, köylü bir gençtir aslında. Bilinmeyene karşı bir heyecan,  doğup büyüdüğü bu toprakların insanlarına karşı duyduğu tiksintiyle yazdığı gözlemci yazıları içeren bir kitap Ahlat Ağacı.
   Ahlat Ağacı, Sinan’ın mütevazi köyünün her yerinde bulunan, şekilsiz, meyvesiz ve Sinan’ın tanımlamasıyla yeri yurdu olmayan, yapayalnız bir ağaçtır. Uyum sağlayamamışların ağacı Ahlat, dallarında nice kalp kırıklıklarını, ölümü taşır hikâyeye.
    Sinan, haliyle üniversiteyi bitirir ve Çanakkale’den köyüne döner. Ailesini uzun süredir görememiş olmanın merakıyla evine dönerken adım attığı gibi sırtına bindirilmiş sorumlulukları hisseder Kuyumcu’nun babasının borcunu Sinan’dan istemesiyle. Sinan tam da bu sahnede fark eder neden ailesinden bunca zamandır kendisini ittiğini, topraklarının insanlarından tiksindiğini. Ona göre birbirine benzeyen bezelye taneleridir bu insanlar, ömür çürütürler tarlalarda…
    Hikâye Sinan’ın eve geldiğinde babasının ve annesinin bitmek bilmez ancak tahammüllü bir alışkanlıkla harmanlanmış didişmelerini, zor bela ders çalışan kız kardeşinin evdeki varlığını ve babasının at yarışı bağımlılığını yüzüne tokat gibi yemesiyle devam eder.  Yabancılaşmış hisseder kendisini, şehirleri, Hatice’nin de dediği gibi kalabalık caddeleri, saçlarını uçuran rüzgârları, yağmurları görmüştür. Kendi gerçekliğini, üniversitede ve sonrasında şehrin hızı ile köy hayatının onu boğan sınırları arasında aramaya çalışır.
    Yazılarını yayınlamak, bezelye tanelerinden farklı olmak ister, muhalefet olmak, her şeye karşı durabileceğini, asla köyde çürütülecek bir hayatı kabul etmeyeceğini düşünür. Köyünde okuyup yazan bir insan olarak, düşünmekten delireceğine ölümü yeğler aslında. Hikâyenin sonunda, kuyuda babasına uzak, kaderin acımasızlığı ve parasızlığın çaresizliğiyle kavrulan Sinan'ı astığını görürüz Ceylan'ın. Sinan’ı Sinan yapan, Yazar Süleyman’ın da dediği gibi iflah olmaz bir romantik gibi her şeye muhalefet olan, tarafsız ve yeri yurdu olmayan, Ahlat gibi şekilsiz, uyumsuz genç Sinan’ın kendisini kaderine teslim ettiğini; var olmanın kuyusunda debelenip durmak yerine, insanlara hissettiği tiksintiyle kendisini asmayı, muhalefet olmaya, yaşamın değer ve sınırsız bir olgu olduğuna dair inancı asla bitmeyecek olan Sinan’ı, ruhunu öldürdüğüne şahitlik ederiz.  Onun yerine artık karşımızda, aslında her insanın yaşadığı kendi çizgini, yolunu kendin çizme ile var olan gerçekliğe, kaderin ve dinin sana biçtiği role boyun eğme arasında bir seçim yapmış, babasının kaderini, onun gibi “işe yaramaz” olmayı kabullenmiş Sinan’ı görürüz.
   Hikâye, aslında her insanın hayatında cebelleştiği iki gerçekliği gözler önüne serer, seçim yapmak için ne kadar debelensek de hayatın acımasızlığı, tek başına Ahlat gibi sağlam duramayacağımız gerçeği ve yalnızlığın dayanılmaz bezginliğinden ötürü her zaman bize biçilmiş, altın tepsilerle önümüze sunulmuş rolleri seçeceğimiz gerçeğini yüzümüze vurur.
    İki seçenek vardır önümüzde doğdumuz anda sunulan: Hakikatini arayabilir, bir kimselerin etrafında toplanıp kul köle olmayı taşranın bağrından kopan çığlıklarla reddedebilir, Ahlat gibi hiçbir şekle, hiçbir kalıba sığmadan büyük bir yalnızlık ve insanların satılmışlığına duyduğun tiksintiyle yaşayabilirsin. Bir diğer yandan ise iradeni topluma satar, hayatını, varlığını sorgulayan cılız fısıltılarla ömrün boyunca rahatsız edilmeyi göze alır ancak bir başkalarının arasında, kabullenilmişliklerle kabullenilip yaşarsın, bir yerin, bir yurdun olur, öldüğünde gömüleceğin bir aile mezarlığın, ait hissettiğin bir köyün… Fakat burada da bitmez, asla karşı çıkamazsın, Hatice gibi kuyumcuların altın kemerlerine, hayatın sana sunduğu bugün var yarın yok maddiyatı karşılığında kendini kaderine bırakır, hikayeni izlersin, yaşayamaz, sınırlarını esnetemezsin. En önemlisi ise varlığının farkına varamaz, var olduğunu hiçbir zaman hissedemezsin.
   Babasının düştüğü borç yatağını öğrendikten sonra kitabını bastırabilmek için önce belediye başkanına, ardından Kumcu İlhami’nin yanına gider. Yazdıklarını bu insanların anlayamayacağının farkında olan, tekrar ve tekrar böyle insanların karşısında kitabı için gereken parayı denkleştirmek uğruna çıkan Sinan hiçbirinden olumlu yanıt alamaz, babaannesinden kalma el yazması defterleri satarak ihtiyacı olan parayı bulur. Kumcu İlhami’nin onu neredeyse kapı dışarı etmesine darılmak bir yana kabaran, köpüren bir öfke ile karşılık vermek ister ancak defalarca böyleleriyle karşılaşmış olmanın verdiği buruklukla kendisini dizginlemeye çalışır, oradan ayrılır. İçten içe farkındadır, muhtaç olduğu insanlardan çok daha iyisi olduğunun, içinde yaşadığı karmaşayla her gün savaşıp bir yandan kitabını bastırmaya, sesini çıkarmaya çalışıp bir yandan da babasının düştüğü durumu idare etmeye çalışır.
    Babası önceleri saygın bir öğretmen olan, edebiyatla iç içe, tıpkı Sinan gibi kalıpsız, yaşamla dolup taşan bir adamdır. Fakat feleğin sillesine uğrar, varını yoğunu kumar masalarında kaybeder, annesine şiirler söyleyen, kuşlardan, yağmurlardan bahseden romantik adam yerine kadere yenilmiş, olması gereken yeri yenilgiyle kabullenmiş bir adama dönüşür. Ve tıpkı o da Sinan gibi, hikâyenin sonunda katili olacaktır içindeki çocuğun, her bir yanını karıncalar sararken, Ahlat’ın dibinde ölümle tanışacak, yaşlandığını fark ederek edebiyatın, felsefenin karın doyurmadığını söyleyenlerden olacaktır.  Kuyudan da su çıkmayacağına, boşuna uğraştığını fark ettiğinde bile oğlunun onunla beraber kazması bu durumu geriye çeviremeyecek, sadece gözlerini bir süreliğine kamaştıracak, belkilere aldanmasını sağlayacaktır.
  Sinan’ın kitabını okuyan tek kişinin, araba için köpeğini gizlice sattığı babası olduğunu öğrenmesinden sonra kaderini kabullenmesi ve kendisini babasının bütün umutlarını su çıkma ihtimaline bağladığı, kurbağalı kuyuda kendisini asması, onun babasına artık işe yaramaz bir kumarbaz gözüyle bakmamaya karar verdiği, aralarındaki bütün buzları kırdığı ve kaderiyle beraber, babasıyla yalnızlaşmayı, sıradanlaşmayı kabul ettiği anlamlarına gelir. Sinan, kitabının hiç satılmadığını, ne annesinin ne de kız kardeşinin onun fısıltılarını mürekkebe çevirip kelimelere döktüğü satırlarını okumadığını öğrenince pes etmenin kıyısına gelmiştir.
   Nihayetinde Sinan, iki seçeneği de görmüş, Hatice ve Süleyman ile konuşmuş, köyün imamlarına kaderden yanmış, bir insanın hayatında yaşadığı iki büyük dönüm noktasına uğramıştır: Önce olgunlaşmış, sonrasında ise kabullenmiştir.
    Bir köy, fakirlikten kırılan, borç yatağında, dedikodu korkusuyla, alacaklı tehditleriyle yaşayan bir aile,  sınırların ötesini görmek isteyen, çevresinden bambaşka bazen rengarenk bazense Truva gibi iki yönlü, karanlık bir genç…
   Olgunlaşmayı olabildiğince geciktirmiş, kabullenilmişleri olabildiğine reddetmiş ancak sınırlarının dışında, imkanlarından, büyüdüğü topraklardan ayrı olamayacağını buruklukla karışmış bir yenilgi, tepkisizlikle karşılamış bir adam…
  Anadolu’dan, içimizden birilerini, bizi yansıtan, seçeneklerimizle yüz yüze getiren, bugünün dünyasında mal varlığımız kadar yer kapladığımızı yüzümüze vuran, Ahlat gibi kalıpsız, reddedişlerle yalnızlaşmış, insanlara tiksinti hisseden gençlerimizin, benim, senin ve bizim; fısıltılarını çığlıklara çevirmek için yazanların, taşradan kopup gelenlerin Ahlat’ın dallarında büyüyen, karıncalar gibi ruhumuzda gezinen ölümle tanıştıran, kaçışları yok eden bir dram hikâyesi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder