İstanbul Gibi
Güneşin utangaç yüzünün surların
arkasından usulca parladığı, semtin derin uykuda olduğu bir vakitti. Altı
sularında, surların dibindeki tarlalarda ve arasındaki patikalarda sırtında
kendisinden kat be kat büyük çöp arabasını sürükleyerek yürüyordu. Gün daha
başlamamıştı fakat Hasan’ın günleri memleketinden İstanbul’a yedi sene evvel
bir nakliyat kamyonunun arkasında yanık bir türkü tutturarak geldiğinden beri
saat altı demeden başlıyordu. Oradan oraya, İstanbulluların attığı karton,
plastik işine yarayacak ne varsa atılan bütün “çöpleri” topluyor, İstanbul’u
turluyordu.
Haliyle İstanbul’u ve İstanbul’un büyük bir
tarihe şahitlik etmiş sokaklarını adım adım dolaşmış, sırtında arabası insanların
arasından bir hayaletmişçesine süzülerek işini yapmıştı. Çoğu zaman görmezden
gelinmişti, başlarda onu çok üzmesine rağmen alışmış, onun için en iyi olanın
bu olduğuna kanaat etmişti. İstanbul’a ilk geldiğinde Halkalı taraflarında, bir
karışlık sokakları bir umutla turluyor, insanları, kuşları, kedileri izliyordu.
Akşamları kalacak yeri zor buluyordu. Hatta öyle ki kimi geceler İstanbul
ayazında parklarda yatmış, gececilerden bazılarını dost edinmişti.
Derin bir iç çekti Hasan, işe başlamadan
önce Yedikule surlarının dibinde, karşı mahallelere bakan toz toprak bir
yerinde oturdu ve düşüncelere daldı. Biraz otursam iyi olur, diye düşündü. Ne
de olsa bütün gün karış karış Yedikule’yi, Zeytinburnu’nu gezecek, insanların
attıklarını yerlerden toplayacak, otobüs durağındaki öğrencilerin öğlene doğru
eve dönmek için otobüse binip gidişlerini izleyecekti, ne kadar şanslı
olduklarını düşünecekti. Ancak en acısı bunların farkında bile olmadıklarını
düşünecek, keşke diyecek ve diyecekti... Oturdu, bağdaş kurdu ve arabasını
sağına aldı. İlk geldiği zamanları, belleğinde henüz bulanıklaşmamış anılarını
düşündü.
Yedi sene evvel bir cumartesi sabahı,
kırmızı koskoca bir nakliyat kamyonunun arkasında abisi ve köyünden üç
arkadaşıyla gelmişti bu yabancı memlekete. On dört yaşındaydı o zamanlar,
abisiyle beraber yaşıyordu. Bir saniye bile ayrılmazdı ondan. Abisinin
hafızasında henüz taptaze olan yüzünü gözünün önüne getirdi: Kıvırcık karışık
saçlar, esmer bir yüz ve tıpkı gözleri gibi kara sakallar. Abisini kaybedeli
iki yıl olmuştu ve her hatırladığında burnunun direği sızlardı. Bu sefer öyle
olmamıştı ancak, alıştığından mıydı yoksa anılarının yerini bulanık görüntüler
almaya başlamasından mıydı emin değildi.
İlk zamanlar abisi bir konfeksiyonda çalışırken Hasan bazı günler onun
yanında, bazı günlerse çöp arabasıyla çalışır, gününü geçirirdi. Ekmek parasından
fazlasına hiç çalışmamış, birikmişi hiç olmamıştı ikisinin de. Köyden nice
umutlarla şehre gelmişlerdi, yaşayan akrabaları ya da anaları babaları yoktu.
Birkaç yıl oldukça parlak, şehrin
kalabalığına, ışıklı caddelere alışmak ve hayran kalmakla geçmişti Hasan için.
Kaldıkları dükkândan bozma tek odalı evde olmadığı zamanlarda hayran hayran
etrafını izlerdi. Abisi ona çok kızardı
bu yüzden, önüne bak, kimseyi inceleme derdi. Hasan, abisinin ona
söylediklerini hatırlayınca yüreği burkuldu. İzlemekten, hayran kalmaktan hala
vazgeçmemişti. İlk zamanlarında okuldan gelen öğrencilere, kocaman rengârenk,
arabalı çantalarına bakakalıyor, abisine ne zaman okula gidebileceğini sorup
duruyordu. İçten içe o da biliyordu cevabı fakat sormaktan usanmıyordu.
İlkokulunu köyünde derme çatma bir okulda okumuş, okuma yazmayı öğrenmişti. O
günden beri ise ne bulduysa okurdu, tabelaları, otobüs duraklarındaki yazıları,
yerlerden topladığı kutuları ve bazen de dişinden arttırdığı parasıyla aldığı
gazeteleri…
Bir serçenin önüne konmasıyla irkildi,
hayallerinden sıyrıldı Hasan. Gülümsedi. Geldiğinden beri giydiği yırtık pırtık
kıyafetlerine ya da yüzünün karasına, elindeki gazete parçalarına gözlerini
dikip bakan insanlardan çok bıkmıştı, çok kırgındı. On dört yaşlarındayken
oyunlarına girmek isterdi sokaktaki çocukların, hiçbir zaman alınmazdı. O da
tekrar tekrar aynı sokakları arabası sırtında yürür, kimi zaman abisinin yanına
giderdi, abisinin yolundayken gözyaşlarını silmeyi, gülümsemeyi ihmal etmezdi.
Açıklama yapmak istemez, zaten zor durumda ve her şeyin farkında olan abisine
üç maymun oynardı, biraz olsun rahatlamasını sağlayabilmek için.
Çocukken her şey daha bir acımasızdı Hasan
için, işe yeni başlamıştı, bakışlara on kişilik yirmi kişilik tanıdık bir
köyden gelmekten olsa gerek çok zor alışmıştı.
Bazı günler kaçardı Halkalı’dan, haftalarca biriktirdiği kuruşluklarla
oradan otobüs, oradan minibüs yürüme derken saatler sonrasında Sultanahmet’e
varırdı. Bir berberin duvarına astığı gazete küpüründen görmüştü Sultanahmet’i.
“Sultanahmet’te Tarihe Dönük İftar” yazıyordu, ışıklar, camiinin yanındaki
insanların küçük noktalar gibi kalmasını sağlayan heybeti ilgisini çekmişti.
Abisine hiçbir zaman bahsetmemişti tabii bu küçük gezilerinden, bütün gün aylak
aylak Ayasofya’nın önünden, Yerebatan’ın önünden geçtiğinden, Çemberlitaş’tan
Yılanlı Sütun’a doğru olan yürüyüşlerinden.
Bu ufak gezilerini sevmesinin büyük bir
nedeni camilerin, çeşmelerin ve mekânların heybetinin yanında herkesi içlerine
almasıydı elbet. Hasan, kendisini en çok buralarda yerini bulmuş hissediyordu,
altı minarenin çevrelediği avluda oturmak, etrafını izlemek… Kendisini bu koca
şehirdenmiş gibi hissettiriyor, kimse buralardayken onun kıyafetlerine ya da
yüzüne bakmıyordu. İnsanların buraya yabancıların gelmesine turistlerden dolayı
alıştıklarından mıydı yoksa camilerin herkesin evi olduğunu düşünmelerinden
miydi emin değildi, köyünde hiç böyle görkemli mekânlar, turistler olmazdı,
alışamamıştı. Fakat işin aslı umrunda da
değildi sebebi, sadece hoş karşılanmanın, şehirli birisiymiş gibi saflarda
durmanın zevkine varmak, yaşlı amcaların ona gel evladım demesini işitmeyi
seviyordu.
Camiler bir yana, bir keresinde bir müzeye
gitmiştim, dedi kendi kendine. Bir sürü halının, tarihi eşyaların olduğu bir
müzeydi. Adı hatırında kalmamıştı ancak halının en ince detaylarını, on altıncı
yüzyıldan kalma olduğunu biliyordu. Kırmızı, bir kısmı eski olmasından ötürü
aşınmış Türk halısıydı. Birçok şey öğrenmişti İstanbul hakkında gezerken.
Ayasofya’ya hiç girememişti fakat camiler ya da kalabalık olmayan müzelerden
aldığı küçük kitapçıkları okuyarak İstanbul’u öğrenmiş, öğrenmeye çalışmıştı.
Çoğu zaman hayret etmişti, bu kadar eski yapıların ayakta duruyor oluşuna fakat
çoğu zaman da üzülmüştü. Gittiği, gezdiği sokakların, tarihi yolların boş
oluşuna ya da meydan çeşmelerinin, kenar çeşmelerinin su akıtmıyor oluşuna…
Değerini bilemediği için insanlar adına üzülüyor, kendi çapında sinirleniyordu.
İşleyen çeşmelerden olabildiğine su içmeye çalışıyordu.
Böyle gezintiler yapmanın bir şeyler öğrenip
kitapçıkları defalarca okumaktan daha çok zevk veren kısımları oluyordu Hasan
için. Böyle eski yapıların dikilen binaların ya da gelişen caddelerin yanında
hala tarihi değerini koruyarak ayakta kalabilmesi, meydanı modern mimariye uygun
tasarlamalarına rağmen Osmanlı’dan ve öncesinden izler taşıyarak
farklılıklarıyla kabul görmesi onu mutlu ediyordu. Kendine benzetiyordu biraz
böyle camileri, çeşmeleri. Farklıydılar ancak hala ayaktalardı ve insanlar
onlara, onlarca milleti bünyesinde barındıran bu meydana ya da Koskoca
İstanbul’a saygıyla bakıyordu. Hasan en çok da buna imreniyordu, görmezden
gelinmeyi tercih ettiği, arabasının sokak kaldırımlarında sıkıştığı zamanlarda
bunları hatırlıyordu.
İnsanlar çoğu zaman ona yardım etmeye
çalışsa bile böyle zamanlarda bakışlarındaki acımayı ya da iğrenmeyi görünce
üzülüyor, belli etmeden usulca teşekkür edip ya da hiçbir şey demeyip
uzaklaşıyordu. En çok da bu durumdan nefret ediyordu ya, görmezden gelinmeyi
bile tercih edeceği anlar yaşamasından.
Hasan, kafasını sağa doğru çevirdi ve
arabasına şöyle keskin bir bakış attı. Ne düşündüğü, ne hissettiği
anlaşılamıyordu bu bakışlarından, yutkundu ve serçenin uçup gittiğini fark
etti. Seslice keşke ben de gidebilsem, dedi. Güneş hala yeni yeni doğuyordu ve
sokaklar boştu. İşlerini hiç kimse yokken halletmeyi daha rahat bulsa da biraz
daha oturmak, dinlenmek istedi. Düşüncelerine derin bir nefes alıp geri döndü.
Abisinin ölümünden sonra, birkaç yıl önce,
Zeytinburnu’na yerleşmişti. Abisinin izlerinin olduğu bir odaya girmek ona ağır
gelmişti, İstanbul’un bambaşka yerlerini görmek istemişti. Gezerken karış karış
sokakları tıpkı Sultanahmet’te olduğu gibi tarihi görmek istemişti. Geldikten
birkaç hafta sonra tıpkı eski dükkândan bozma evi gibi bir yer bulmuş, hayatına
olduğu yerden devam etmişti. Günlerini henüz güneş bile doğmamışken çalışmaya
başlamak, surları, ilerisini ve etrafını gezip işe yarar kartonları toplayarak
harcıyordu. Geçtiği sokaklardan tanıdıkları da olmuştu birkaç yıl içinde,
kimileri Hasan’a yardımcı olmak için tek bir poşete topluyor ve kapılarının
önüne koyuyordu böyle atıkları.
Hasan kendisini en çok o zamanlarda iyi
hissediyordu, ta ki arabası yine çocukların oynadığı bir sokaktan geçerken
takılana dek. Çocuklar daha acımasızdı, kendisi bir çocukken de bu böyleydi ve
hala geçerliydi onun için. Yardımcı olmak için yanına gelenler bile arabasına
dokunamıyor ya da yüzünü buruşturuyordu.
Hayret ediyordu Hasan, nasıl olabilirdi bu
böyle? Yıllardır yaşadığı bu şehirde, karış karış gezdiği bu sokaklarda hala
bir yabancıydı. Ne saygı duyuluyordu, ne de fark ediliyordu. Onu görenler
adımlarını diğer kaldırıma yöneltiyordu ya da kafalarını çeviriyordu. Oysaki,
diyordu Hasan. Oysaki onlarca millete, yabancıya ev sahipliği yapmış, ev olmuş
bu şehir, nicelerini korumuş, sarmalamış bu surlara, susuzluğa derman olan bu
çeşmelere, yollara sahipti. Nasıl olur da yıllardır burayı adım adım öğrenen
birisi hala insanlarına yabancı olabilirdi, hiç kimse ona adını sormamış,
nasılsın dememiş olabilirdi?
Kitapçıklarda İstanbul’un yabancılara,
Türklere herkese ev sahibi olduğu, çeşmeleriyle meydanları renklendirip
çarşılarıyla, kemerleriyle şehri beslediği yazıyordu, insanlarının
birbirleriyle komşu olduğu, camilerde, meydanlarda, çarşılarda birlikte olduğu
yazıyordu. Aklı almıyordu Hasan’ın. Surların yanından yürüyerek geçtiği her
sabah, insanlarının nasıl böylesi misafirperver, sıcak, tarihe tanıklık etmiş bir
kültür ocağında birbirlerine yabancı olduğunu, yanı başlarındaki türbeleri,
medreseleri, camileri ve nicelerini bilmediğini, değer bile vermediğini
düşünüyordu, hayret ediyordu.
Güneş ışıkları yüzünü okşamaya başlamıştı
Hasan’ın. İşinin başına demekti bu. Surların tepesinden parlayan güneş ona
sesleniyor, sık dişini, bir kez daha ayağa kalk diyordu. Güneşin dediğine uydu, ayağa kalktı Hasan.
Esnedi, gerindi, sağındaki arabasını sırtına yükledi ve yavaşça yürümeye
başladı. Ufak ufak çocukların bakkallara ekmek almaya koştuğunu gördü
annelerinin terliklerini giymiş bir biçimde. Gülümsedi, boş sokağa yönelip
yürümeye devam etti.
Bir gün daha başlamıştı, bir gün daha
bitecek ve daha nicelerini yaşayacaktı. Aklında, anılarında silinmeyecek, bulanıklaşmayacak
pek az şey vardı: Surların görkemi, İstanbul’un, tarihinin onu İstanbulluymuş
gibi kabul etmesi, ait hissettirmesi. Yürüdüğü bu sokaklar huzur veriyordu ona
sonuçta, insanların görmezden geliyor, üzüntüsünü şehre duyduğu hayranlıkla,
Galata’nın köprüden görüntüsünü hayal ettikçe bastırıyordu. Balıkçılar, masmavi
deniz ve boğaz…
Keşke diyordu Hasan, keşke İstanbul gibi
olabilsek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder