14 Nisan 2020 Salı

Öykü, 2019 Yaratıcı Çocuklar Derneği Yarışması Birincisi.


                                    İstanbul Gibi

      Güneşin utangaç yüzünün surların arkasından usulca parladığı, semtin derin uykuda olduğu bir vakitti. Altı sularında, surların dibindeki tarlalarda ve arasındaki patikalarda sırtında kendisinden kat be kat büyük çöp arabasını sürükleyerek yürüyordu. Gün daha başlamamıştı fakat Hasan’ın günleri memleketinden İstanbul’a yedi sene evvel bir nakliyat kamyonunun arkasında yanık bir türkü tutturarak geldiğinden beri saat altı demeden başlıyordu. Oradan oraya, İstanbulluların attığı karton, plastik işine yarayacak ne varsa atılan bütün “çöpleri” topluyor, İstanbul’u turluyordu.
    Haliyle İstanbul’u ve İstanbul’un büyük bir tarihe şahitlik etmiş sokaklarını adım adım dolaşmış, sırtında arabası insanların arasından bir hayaletmişçesine süzülerek işini yapmıştı. Çoğu zaman görmezden gelinmişti, başlarda onu çok üzmesine rağmen alışmış, onun için en iyi olanın bu olduğuna kanaat etmişti. İstanbul’a ilk geldiğinde Halkalı taraflarında, bir karışlık sokakları bir umutla turluyor, insanları, kuşları, kedileri izliyordu. Akşamları kalacak yeri zor buluyordu. Hatta öyle ki kimi geceler İstanbul ayazında parklarda yatmış, gececilerden bazılarını dost edinmişti.
    Derin bir iç çekti Hasan, işe başlamadan önce Yedikule surlarının dibinde, karşı mahallelere bakan toz toprak bir yerinde oturdu ve düşüncelere daldı. Biraz otursam iyi olur, diye düşündü. Ne de olsa bütün gün karış karış Yedikule’yi, Zeytinburnu’nu gezecek, insanların attıklarını yerlerden toplayacak, otobüs durağındaki öğrencilerin öğlene doğru eve dönmek için otobüse binip gidişlerini izleyecekti, ne kadar şanslı olduklarını düşünecekti. Ancak en acısı bunların farkında bile olmadıklarını düşünecek, keşke diyecek ve diyecekti... Oturdu, bağdaş kurdu ve arabasını sağına aldı. İlk geldiği zamanları, belleğinde henüz bulanıklaşmamış anılarını düşündü.
   Yedi sene evvel bir cumartesi sabahı, kırmızı koskoca bir nakliyat kamyonunun arkasında abisi ve köyünden üç arkadaşıyla gelmişti bu yabancı memlekete. On dört yaşındaydı o zamanlar, abisiyle beraber yaşıyordu. Bir saniye bile ayrılmazdı ondan. Abisinin hafızasında henüz taptaze olan yüzünü gözünün önüne getirdi: Kıvırcık karışık saçlar, esmer bir yüz ve tıpkı gözleri gibi kara sakallar. Abisini kaybedeli iki yıl olmuştu ve her hatırladığında burnunun direği sızlardı. Bu sefer öyle olmamıştı ancak, alıştığından mıydı yoksa anılarının yerini bulanık görüntüler almaya başlamasından mıydı emin değildi.  İlk zamanlar abisi bir konfeksiyonda çalışırken Hasan bazı günler onun yanında, bazı günlerse çöp arabasıyla çalışır, gününü geçirirdi. Ekmek parasından fazlasına hiç çalışmamış, birikmişi hiç olmamıştı ikisinin de. Köyden nice umutlarla şehre gelmişlerdi, yaşayan akrabaları ya da anaları babaları yoktu.
     Birkaç yıl oldukça parlak, şehrin kalabalığına, ışıklı caddelere alışmak ve hayran kalmakla geçmişti Hasan için. Kaldıkları dükkândan bozma tek odalı evde olmadığı zamanlarda hayran hayran etrafını izlerdi.  Abisi ona çok kızardı bu yüzden, önüne bak, kimseyi inceleme derdi. Hasan, abisinin ona söylediklerini hatırlayınca yüreği burkuldu. İzlemekten, hayran kalmaktan hala vazgeçmemişti. İlk zamanlarında okuldan gelen öğrencilere, kocaman rengârenk, arabalı çantalarına bakakalıyor, abisine ne zaman okula gidebileceğini sorup duruyordu. İçten içe o da biliyordu cevabı fakat sormaktan usanmıyordu. İlkokulunu köyünde derme çatma bir okulda okumuş, okuma yazmayı öğrenmişti. O günden beri ise ne bulduysa okurdu, tabelaları, otobüs duraklarındaki yazıları, yerlerden topladığı kutuları ve bazen de dişinden arttırdığı parasıyla aldığı gazeteleri…
    Bir serçenin önüne konmasıyla irkildi, hayallerinden sıyrıldı Hasan. Gülümsedi. Geldiğinden beri giydiği yırtık pırtık kıyafetlerine ya da yüzünün karasına, elindeki gazete parçalarına gözlerini dikip bakan insanlardan çok bıkmıştı, çok kırgındı. On dört yaşlarındayken oyunlarına girmek isterdi sokaktaki çocukların, hiçbir zaman alınmazdı. O da tekrar tekrar aynı sokakları arabası sırtında yürür, kimi zaman abisinin yanına giderdi, abisinin yolundayken gözyaşlarını silmeyi, gülümsemeyi ihmal etmezdi. Açıklama yapmak istemez, zaten zor durumda ve her şeyin farkında olan abisine üç maymun oynardı, biraz olsun rahatlamasını sağlayabilmek için.
    Çocukken her şey daha bir acımasızdı Hasan için, işe yeni başlamıştı, bakışlara on kişilik yirmi kişilik tanıdık bir köyden gelmekten olsa gerek çok zor alışmıştı.  Bazı günler kaçardı Halkalı’dan, haftalarca biriktirdiği kuruşluklarla oradan otobüs, oradan minibüs yürüme derken saatler sonrasında Sultanahmet’e varırdı. Bir berberin duvarına astığı gazete küpüründen görmüştü Sultanahmet’i. “Sultanahmet’te Tarihe Dönük İftar” yazıyordu, ışıklar, camiinin yanındaki insanların küçük noktalar gibi kalmasını sağlayan heybeti ilgisini çekmişti. Abisine hiçbir zaman bahsetmemişti tabii bu küçük gezilerinden, bütün gün aylak aylak Ayasofya’nın önünden, Yerebatan’ın önünden geçtiğinden, Çemberlitaş’tan Yılanlı Sütun’a doğru olan yürüyüşlerinden.
    Bu ufak gezilerini sevmesinin büyük bir nedeni camilerin, çeşmelerin ve mekânların heybetinin yanında herkesi içlerine almasıydı elbet. Hasan, kendisini en çok buralarda yerini bulmuş hissediyordu, altı minarenin çevrelediği avluda oturmak, etrafını izlemek… Kendisini bu koca şehirdenmiş gibi hissettiriyor, kimse buralardayken onun kıyafetlerine ya da yüzüne bakmıyordu. İnsanların buraya yabancıların gelmesine turistlerden dolayı alıştıklarından mıydı yoksa camilerin herkesin evi olduğunu düşünmelerinden miydi emin değildi, köyünde hiç böyle görkemli mekânlar, turistler olmazdı, alışamamıştı.  Fakat işin aslı umrunda da değildi sebebi, sadece hoş karşılanmanın, şehirli birisiymiş gibi saflarda durmanın zevkine varmak, yaşlı amcaların ona gel evladım demesini işitmeyi seviyordu.
   Camiler bir yana, bir keresinde bir müzeye gitmiştim, dedi kendi kendine. Bir sürü halının, tarihi eşyaların olduğu bir müzeydi. Adı hatırında kalmamıştı ancak halının en ince detaylarını, on altıncı yüzyıldan kalma olduğunu biliyordu. Kırmızı, bir kısmı eski olmasından ötürü aşınmış Türk halısıydı. Birçok şey öğrenmişti İstanbul hakkında gezerken. Ayasofya’ya hiç girememişti fakat camiler ya da kalabalık olmayan müzelerden aldığı küçük kitapçıkları okuyarak İstanbul’u öğrenmiş, öğrenmeye çalışmıştı. Çoğu zaman hayret etmişti, bu kadar eski yapıların ayakta duruyor oluşuna fakat çoğu zaman da üzülmüştü. Gittiği, gezdiği sokakların, tarihi yolların boş oluşuna ya da meydan çeşmelerinin, kenar çeşmelerinin su akıtmıyor oluşuna… Değerini bilemediği için insanlar adına üzülüyor, kendi çapında sinirleniyordu. İşleyen çeşmelerden olabildiğine su içmeye çalışıyordu.
   Böyle gezintiler yapmanın bir şeyler öğrenip kitapçıkları defalarca okumaktan daha çok zevk veren kısımları oluyordu Hasan için. Böyle eski yapıların dikilen binaların ya da gelişen caddelerin yanında hala tarihi değerini koruyarak ayakta kalabilmesi, meydanı modern mimariye uygun tasarlamalarına rağmen Osmanlı’dan ve öncesinden izler taşıyarak farklılıklarıyla kabul görmesi onu mutlu ediyordu. Kendine benzetiyordu biraz böyle camileri, çeşmeleri. Farklıydılar ancak hala ayaktalardı ve insanlar onlara, onlarca milleti bünyesinde barındıran bu meydana ya da Koskoca İstanbul’a saygıyla bakıyordu. Hasan en çok da buna imreniyordu, görmezden gelinmeyi tercih ettiği, arabasının sokak kaldırımlarında sıkıştığı zamanlarda bunları hatırlıyordu.
   İnsanlar çoğu zaman ona yardım etmeye çalışsa bile böyle zamanlarda bakışlarındaki acımayı ya da iğrenmeyi görünce üzülüyor, belli etmeden usulca teşekkür edip ya da hiçbir şey demeyip uzaklaşıyordu. En çok da bu durumdan nefret ediyordu ya, görmezden gelinmeyi bile tercih edeceği anlar yaşamasından.
   Hasan, kafasını sağa doğru çevirdi ve arabasına şöyle keskin bir bakış attı. Ne düşündüğü, ne hissettiği anlaşılamıyordu bu bakışlarından, yutkundu ve serçenin uçup gittiğini fark etti. Seslice keşke ben de gidebilsem, dedi. Güneş hala yeni yeni doğuyordu ve sokaklar boştu. İşlerini hiç kimse yokken halletmeyi daha rahat bulsa da biraz daha oturmak, dinlenmek istedi. Düşüncelerine derin bir nefes alıp geri döndü.
   Abisinin ölümünden sonra, birkaç yıl önce, Zeytinburnu’na yerleşmişti. Abisinin izlerinin olduğu bir odaya girmek ona ağır gelmişti, İstanbul’un bambaşka yerlerini görmek istemişti. Gezerken karış karış sokakları tıpkı Sultanahmet’te olduğu gibi tarihi görmek istemişti. Geldikten birkaç hafta sonra tıpkı eski dükkândan bozma evi gibi bir yer bulmuş, hayatına olduğu yerden devam etmişti. Günlerini henüz güneş bile doğmamışken çalışmaya başlamak, surları, ilerisini ve etrafını gezip işe yarar kartonları toplayarak harcıyordu. Geçtiği sokaklardan tanıdıkları da olmuştu birkaç yıl içinde, kimileri Hasan’a yardımcı olmak için tek bir poşete topluyor ve kapılarının önüne koyuyordu böyle atıkları.
   Hasan kendisini en çok o zamanlarda iyi hissediyordu, ta ki arabası yine çocukların oynadığı bir sokaktan geçerken takılana dek. Çocuklar daha acımasızdı, kendisi bir çocukken de bu böyleydi ve hala geçerliydi onun için. Yardımcı olmak için yanına gelenler bile arabasına dokunamıyor ya da yüzünü buruşturuyordu.
   Hayret ediyordu Hasan, nasıl olabilirdi bu böyle? Yıllardır yaşadığı bu şehirde, karış karış gezdiği bu sokaklarda hala bir yabancıydı. Ne saygı duyuluyordu, ne de fark ediliyordu. Onu görenler adımlarını diğer kaldırıma yöneltiyordu ya da kafalarını çeviriyordu. Oysaki, diyordu Hasan. Oysaki onlarca millete, yabancıya ev sahipliği yapmış, ev olmuş bu şehir, nicelerini korumuş, sarmalamış bu surlara, susuzluğa derman olan bu çeşmelere, yollara sahipti. Nasıl olur da yıllardır burayı adım adım öğrenen birisi hala insanlarına yabancı olabilirdi, hiç kimse ona adını sormamış, nasılsın dememiş olabilirdi?
   Kitapçıklarda İstanbul’un yabancılara, Türklere herkese ev sahibi olduğu, çeşmeleriyle meydanları renklendirip çarşılarıyla, kemerleriyle şehri beslediği yazıyordu, insanlarının birbirleriyle komşu olduğu, camilerde, meydanlarda, çarşılarda birlikte olduğu yazıyordu. Aklı almıyordu Hasan’ın. Surların yanından yürüyerek geçtiği her sabah, insanlarının nasıl böylesi misafirperver, sıcak, tarihe tanıklık etmiş bir kültür ocağında birbirlerine yabancı olduğunu, yanı başlarındaki türbeleri, medreseleri, camileri ve nicelerini bilmediğini, değer bile vermediğini düşünüyordu, hayret ediyordu.
    Güneş ışıkları yüzünü okşamaya başlamıştı Hasan’ın. İşinin başına demekti bu. Surların tepesinden parlayan güneş ona sesleniyor, sık dişini, bir kez daha ayağa kalk diyordu.  Güneşin dediğine uydu, ayağa kalktı Hasan. Esnedi, gerindi, sağındaki arabasını sırtına yükledi ve yavaşça yürümeye başladı. Ufak ufak çocukların bakkallara ekmek almaya koştuğunu gördü annelerinin terliklerini giymiş bir biçimde. Gülümsedi, boş sokağa yönelip yürümeye devam etti.
    Bir gün daha başlamıştı, bir gün daha bitecek ve daha nicelerini yaşayacaktı. Aklında, anılarında silinmeyecek, bulanıklaşmayacak pek az şey vardı: Surların görkemi, İstanbul’un, tarihinin onu İstanbulluymuş gibi kabul etmesi, ait hissettirmesi. Yürüdüğü bu sokaklar huzur veriyordu ona sonuçta, insanların görmezden geliyor, üzüntüsünü şehre duyduğu hayranlıkla, Galata’nın köprüden görüntüsünü hayal ettikçe bastırıyordu. Balıkçılar, masmavi deniz ve boğaz…
    Keşke diyordu Hasan, keşke İstanbul gibi olabilsek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder