11 Nisan 2020 Cumartesi

Semih Kaplanoğlu, Buğday Film Değerlendirmesi.


                      Nefes mi Buğday mı?

    Semih Kaplanoğlu’nun yazıp yönetmenliğini üstlendiği Buğday filmi, modern ve renksiz, hakikatten uzak, benlik üzerine kurulu dünyada kapana kısılmış, içini kaplayan sıkıntının çaresini sınır kapılarının dışında aramakta bulan bir profesörün, bilimin adamının ve ona yolculuğunda eşlik eden sürgün hayatı yaşayarak zehirli topraklarda hayatın kendisinin izini süren bir adamın hikâyesini ele alıyor. Kur’an’dan kıssaları beyaz perdeye aktaran Kaplanoğlu, aslında bu filmle beyaz perdede bir delik açar. İsyanlarını ettiği modern dünyanın en güçlü silahı olan sinema perdesinde başta bilim olmak üzere sinemaya, materyalist ve kapitalist dünya düzeninde yitip giden bütün değerlerimize karşı yükselir sesi, benliğinden kurtulmak için debelenir perdenin arkasında. Attığı tekmelerden birkaçı işe yaramış diyebiliriz filmin sonunda, son nefesimizi verdiğimizde.
    Bir adım ileri geleceği anlatan film, mülteci kamplarında açar perdeyi. Seçilmiş, bereketli toprakların olduğu ve yaşamın ölümcül olmadığı bir bölge vardır. Etrafıysa kendiliğinden bırakılmış ve ölü topraklar olarak adlandırılan asit yağmurlarında yıkanan topraklarla çevrilidir. Seçilmiş bölgede şehir vardır: Modern dünyanın atan kalbi şirketler ve kaçınılmaz bir kaos... Şehre kimin girip kimlerin giremeyeceği ise teknolojinin geleceği son noktayı göstermek istermişçesine gen taramalarıyla belirlenir; hastalıksız, devamlılık sağlayabilecek sağlıklı genlere sahipsen şehirdesindir, değilsen zehirli topraklara ya da mülteci kamplarına mâhkum.

Filmin Afişi.

   Hikâyenin temelini oluşturan karakterlerden Erol’un çalıştığı, Cemil’in ise işten çıkarıldığı bir şirket vardır şehrin merkezinde: Novus Vita. Tohum genetiğiyle oynayan, tarım biliminin zirvesi bir şirkettir. Sürekli hasat verebilecek tohumlar oluşturmak için genleriyle oynarlar şirkette buğdayların, mercimeklerin.  Latinceden çevirisi “Yeni Hayat” olan şirket insanlara bilimle harmanlanmış kapitalist sistemin çarkları arasında sıkışmış materyalist bir hayat sunmaktır. Bilimle yepyeni bir hayata, tarihini, geçmişini unutmaya…
   Büyük talihsizliktir ki şirkette genetik kaos yaşanmakta, sokaklarda insanlar “Gen ırkçılığına hayır!” pankartları atmaktadır. Kimse memnun değildir sistemden ancak itirazlarının çarkları döndüren motor yağı olduğunun da farkında değillerdir. Şirket toplantısındaysa bir isim zikredilir: Cemil Akman. Genetik kaosun ve M maddeciliğinin insanlığın sonunu getireceğini, tohumların genetiklerinin hiçbir zaman sürekli hasat verebilecek hale getirilemeyeceğini çünkü M maddesinden yoksun olduklarını yazan tezinden ötürü Novus Vita’dan, bilimin getirdiği yeni hayattan kovulmuştur. Toplantıda krizin nasıl çözüleceği konuşulur, Erol çareyi bu hadiseye karşı yıllar önce şirketi uyaran Cemil’le konuşmakta bulur.
   Sıkıntıyla laboratuarına gider,  öğrencisi Andrei onu beklemektedir o sırada. Şirketten kovulacağını bildiği için hocasından özür diler, hadiseyi anlatır. Genetiği oynanmış mercimeği laboratuar dışına çıkarmıştır. Andrei’nin yaptığından ötürü pişman olmadığını görmekle beraber filmin ilerleyen sahnelerinde şehrin dışındaki yaşama duyduğu özlemi arkasına alan bir asi olduğunu daha iyi görürüz. Denekler arasında geçen siyah beyaz bir dünyadan bıkmıştır, şehrin dışındaki toprağın kokusunu, ailesini özlemiştir. Hocasının aradığı Cemil Akman dosyalarınıysa sisteme sızıp bulan, mahkeme kayıtlarını izleten kendisidir. Gönlünde huzursuzluk yatan, ait olmadığını bilen bir başka ruhtur.
   Cemil’le konuşabilmek için soyağacı arşivlerinden adresini bulan Erol evine gittiğinde kızı Tara’yı bulur. Tara, kimsenin bilmediği bir dilde konuşuyordur, Erol’un hiçbir sorusunu cevaplamadığı gibi ona bir soru yöneltir: Nefes mi buğday mı?
   Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre arasındaki olayı aktaran bu sahnede, buğday yanıtını veren Erol’un, himmete dönene dek Yunus Emre gibi yapacağı uzun bir yolculuk vardır önünde. Henüz nesnelerin ötesini görememektedir, ölü topraklarda abdest almamış, enfeksiyonunu atamamıştır bünyesinden.
   Sol kaburgasının hemen altında bir enfeksiyon vardır Erol’un, her gece düzenli iğne yapar yarasına ağrıyı hafifletmek ve yayılmasını engellemek için.  Bu enfeksiyon bedeninden çok ruhundadır, iğneler etki etmez, ölü topraklarda abdest alana dek temizlenmez. Novus Vita’nın deneylerinden bulaşmış, genetik kaosla beslenen çürük yumurta kokuları yayan, filmin kahramanını tiksindiren bir yaradır bu.
   Bir tanıdığını ziyarete giden Erol, sınır kapısının dışına çıkmaya karar verir Cemil’i bulabilmek için. Evinde yaşanan yangından sonra Cemil’i gören, duyan kimse olmamıştır ve tampon bölgede yaşadığına dair bir fısıltı dolaşmaktadır şehirde. Gerekli ekipmanları ayarladıktan sonra kendisini sınır kapısından geçirebilecek bir kadın bulur: Alice. Alice, onu ve son anda yolculuğa eklenen şirketin siyah beyazından bıkmış Andrei’yi sınırdan geçirecektir.  
    Filmin başında kamptan kaçmaya çalışırken kapıya doğru koşan bir çocuk sınır kapısından adımını attığı gibi yanarak ölmüştür. Ölümcül tehlikeye sahiptir kimsenin içeri girememesi ve kimsenin çıkamaması için. Her insanın mahkûm olduğu kozada kaldığından emin olmalıdır şehir, kimse onu terk edememelidir. Kapıdan geçmeden önce Erol ve Andrei’yi takip edebilmek için çip aşılayan Alice, en fazla beş gün sonra sınır kapısında onları alacağını söyleyerek perdeden ayrılır.
   Artık profesör ve öğrencisi tek bir karıncanın bile yaşamadığı, salgınların insanları tek tek öldürdüğü ve asit yağmurlarında yıkanan topraklarda tek başınadır. Yorgunluk ve açlıktan tek bir adım bile atamayacak hale gelene dek yürürler. Terk edilmiş bir kamp alanı, salgından ölmüş insanları geçerler, bataklığı dolaşırlar ve gölün kıyısına kadar gelirler. Gece olduğundan uyumak üzere tulumlarına girip kendilerini uykunun kollarına bırakırlar.
   Sınır kapısından geçtiğinde Erol geri dönülmez bir yola girmiştir. Benliğinden kurtulmak üzere çıktığı bu yolculukta enfeksiyonu ruhuna son saldırılarını yaparken yavaş yavaş delirmeye başlamıştır. O gece tatlı uykusunu bölen bir rüya görür. Rüyasında öğrencisi Andrei bataklıktaki sazlıkların arasından yürür, çantası açıktır ve her şeyi suya dökülür. Erol, öğrencisine seslenir ancak sesini duyuramaz. Ardından sırtını bataklığa dönerek yatar. Önce Andrei’yi alır zehirli topraklar Erol’dan. Ardından kendisini.
   Sabah kalktığında ilk iş öğrencisini arar Erol, bulduğunda derin bir nefes alır. Geliş amacı bir tokat gibi çarpar yüzüne, Cemil’i bulmak için tekrardan düşerler yollara. Tıpkı Yunus Emre’nin Tapduk Emre’yi ararken çıktığı gibi… Bir sandal bulurlar, gölün etrafını arayabilmek için binerler. Bir tur, iki tur, üç tur… Kıyıdan Cemil onlara “Buraya gelin!” diye haykırana dek ararlar. Doğruyu arayan iki cahil kulun peygamberiyle tanışmalarını bulmasını temsil eder gözümde. Tebliğci, çağrısını yapmadan onu göremezler ne kadar çok turlarlarsa turlasınlar gölü. Doğru yolu, yol gösteren olmadan bulamazlar. 
Erol ve öğrencisi Cemil'i bulmuştur.

    Kıyıya vardıklarındaysa Cemil’e kendini tanıtır Erol, amacı tezini sormak, nasıl yıllar öncesinden bu felaketi öngörebildiğini öğrenmektir. Cemil’in cevabı nettir, yıllar önce araştırmalarında yaratılan her şeyin içinde M parçacığı olduğunu keşfetmiştir. Şirketin genetiğiyle oynayarak yarattığı tohumlardaysa bu parçacık bulunmaz. İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şeyde M parçacığı yoktur. Düşünürüm, M parçacığı Tanrı’nın kendisi midir? Tanrı, yarattığı her canlıya ruhundan üflemiştir, her canlıya şah damarından daha yakındır, içindedir. İnsan ise onun bir parçasıyken Tanrı değildir, yarattıkları ebedi olamayacaktır ve Cemil bunu fark ettiğinde kendisini ölü topraklarda yaşamı bulmaya fırlatmıştır. İnsanın dünyaya fırlatıldığı gibi… Yapacak işleri olan Cemil’in gitmesi gerekir, kayığa atlar ve profesörle öğrencisinden uzaklaşır. “Hayır.” cevabını kabul etmeyecek kadar inatçıdır Erol, suya atlar ve kayığa doğru yüzer. Cemil’in “Sen benimle yolculuğa dayanamazsın.” sözlerine rağmen tıpkı Musa gibi aldırış etmez. Hızır’ın tek bir şartı olduğu gibi Cemil’in de tek bir şartı vardır yolculuğa Erol’u kabul etmek için: Seyahatleri boyunca kendisine hiçbir soru sormayacaktır. Erol kabul eder. Bilimin adamı olan ve hayatını görebildikleri, hesaplayabildikleri üzerine kurmuş Erol’un iradesini zamanla içten yiyen bir yolculuğa başlarlar böylece. Onlar sandalla gölde açılırken öğrencisi Andrei ise kıyıda, kokusunu özlediği topraklarda özgürlüğe doğru yürür, dünyeviliğe sırtını dönerek bataklığa karışır. Perdede artık sadece Hızır’la Musa kalmıştır.
    Tıpkı kıssada olduğu gibi gölün ortasında kayığı batırır Cemil. Erol, çılgına döner, dilini tutamaz ve sorular sormaya başlar. Cemil’den alabildiği tek yanıt ise “Ölü taklidi yap.” olur. Sözünü dinler.
     Çok geçmeden bölgede arama yapan şehrin uçakları gölün üzerinde uçmaya başlar, göldeki ölüleri kontrol eder, gölge yüzen tek şeyin cesetler olduğundan emin olduktan sonra perdeden ayrılır. Karaya çıktıklarındaysa kucağında bir bebek vardır Cemil’in sırtındaki çanta yerine. Bebekken annesi tarafından Nil Nehri’ne bırakılan Musa aklımıza gelir. Erol, bir daha Cemil’e onu sorgulamayacağına dair söz verir, dur durak bilmeksizin yürümeye başlarlar ve birçok insanın olduğu küçük bir kasabaya gelirler. Cemil, ölü topraklarda hayatı aradığından tohumculukla uğraşmayı bırakmaz, mahsul yetiştirmek ister ancak kayıklarını batırdığında elindeki bütün tohumlar gölün dibini boylamıştır. Geldikleri kasabadan çadır, birkaç günlük yemek alıp çıkarlar. Günün sonundaysa kasabaya yakın bir yere çadır kurarlar.
   Erol’un çarkların dışında geçirdiği, yalnızlığını hissettiği ikinci gecedir bu. Delirmeye her gece bir adım daha yaklaşmaktadır rüyalarında. Yanan bir ağaç görür, etrafta başka hiçbir şey yoktur, tek başınadır ölü topraklarda. Antik Yunan mitolojisinde ağaç hayatı temsil eder, dünyanın merkezinde hayat ağacı bulunur ve üç katı birbirine bağlar. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir. Hayat, ölü topraklarda yanar, tıpkı tek istediği şey mülteci kampından kaçmak olan küçük çocuk gibi. Erol, rüyasında hayatının yandığını görür, yaşamının son nefesini verdiğini. Ter içinde uyanır, Cemil’in çoktan kalkmış olduğunu görür. Firavun’un rüyasını Yusuf’a anlatması gibi anlatır gördüklerini Cemil’e. Hep bir rüyadayız, der Cemil. Hep bir rüyadayız, öldüğümüz an uyanacağız.
   Tohumların genleriyle her oynadıklarında insanın içinde de bir şeyleri değiştirdiğimizi fark edememiştir şehirdekiler. Tanrı’yı oynayan insanların cahilliklerinin ruhlarını nasıl geri dönülmez bir siyah beyaz televizyon ekranına hapsedeceğini tahmin edememişlerdir. Genetik kaos makalesine dek Cemil de bu bilimin adamlarından olmuştur. Benliğiyle yaşıyordur, hapsolmuştur seçilmiş bölgenin laboratuarlarına.
   Varlığın tek vücud, kendisinin de onun bir parçası olduğunu fark ettiğinde, Tanrı’yı oynamanın onu insan olmaktan ne denli uzaklaştırdığını gördüğünde benliğinden kurtulmak için elinden geleni yapmaya karar vermiştir. Şehrin sınırlarının dışına çıkmış, kendisini dünyevilikten soyutlamıştır.
    Tek başına yapması zordur.
   -Beni öldürecek birini aramaya başladım.
    Erol sorar:
   -Peki, kendini öldürecek birini buldun mu?
   -Buldum, der Cemil.
    Cemil’in anlattıklarını hala olması gerektiği gibi anlayamayan Erol’un gidecek çok yolu vardır ancak o gece, o rüyayla yeniden dirilişi başlamıştır. Kendisini, nefsini öldürmeli ve yeniden doğmalıdır. Bütün günahlarından tövbe etmeli, nefsinin önüne altın tepsilerle sunduğu her dünyevi zevke hayır diyebilmelidir.
    Üçüncü gece gördüğü rüyaysa kafası karışık Erol’un benliğiyle yüzleşme korkusunu anlatır. Kamp alanlarına, karşısına bir kurt gelmiştir. Erol’a keskin gözleriyle bakmış, hırlamaya başlamıştır. Erol ise beklendiği gibi kaskatı kesilmiş, korkmuş ve çadırına saklanmıştır. Kurtsa çadırının etrafında tur atmaya başlamıştır. Tekrardan ter içinde uyanmıştır, kurdun gerçek olmadığına sevinse de benliğiyle zihni, ruhuyla bir kavgaya girişmiştir. Huzursuzluğu iyice artmış, yönünü bulmakta çektiği zorluk katlanılmaz hale gelmiştir. Kurt, atalarımızın mağaralara çizimler yaptığı zamanlarda anlattığı hikayelerde Tanrı’ya yakarışı temsil etmektedir. Bu rüya, Erol’un Tanrıcılık oynamaktan vazgeçmesi halinde girdiği karmaşayı yansıtır, Cemil gibi benliğini öldürecek birini mi aramalıdır? Cemil onu nereye götürmektedir? Aklından geçen hiçbir soruya onu ikna edebilecek kadar mantıklı bir cevabı yoktur.
    Meslek alışkanlığından onun için en önemli değer mantığı, aklıdır. Şehrin dışında geçirdiği geceler çoğaldıkça dayandığı mantığı zayıflamadan öte yok olmaya başlamıştır. Benliğini öldürebilmesi için mantığını denklemden çıkarması gereklidir. Enfeksiyonunun ağrısı ve tiksinç kokusu aşısının yokluğunda iyice artmıştır. Yok oluşundan önceki son çırpınışlarıdır bu Erol’un içindeki sistemin kırıntılarının.
    Erol ise Cemil’in peşinde sorgusuz sualsiz olmaya, mantığını ve şüphelerini bir kenara koymaya çalışarak seyahat etmektedir. Yolculuklarının üçüncü günündeki durağıysa Cemil’e ve onun değerli bir hocasına ait sera izlenimi veren bir mabettir. Şehir kurulurken bütün verimli topraklar modern tarım yapabilmek için taşınmıştır. Buradaysa Cemil, bereketli, temiz ve nefes alan toprak saklamaktadır.
    Mabede girdiklerinde ışıkları “Hayy” diyerek açan Cemil, burada ölü topraklardaki nefesi saklamaktadır. Hayy, yaşam sahibi, ebedi demektir ve Cemil, toprağın ebediliğini almak istermişçesine oturur ve abdest almaya başlar. Kısa bir süre sonra yoldaşı da ona katılır. Erol, bütün yaşamı emmek ister, vücudunu saran, bedenini, ruhunu çürüten enfeksiyondan kurtulmak... Toprağı avuçlarına alır, gömleğini açar ve yarasına sürmeye başlar.
    O gece mabette uyurlar, Erol ilk kez şehrin dışındaki bir gece onu tırmalayarak uyandıran bir rüya görmez. Aklı, delilik haline alışmıştır artık. Cemil’in nefes alan, verimli toprakları tohum ekerken kullanabilmesi, ölü topraklara nefesi yayabilmek için sabah kalktıkları gibi mabetteki toprağı çuvallara doldurur, kayıklara taşırlar,
    Onu terk etmeyen de bir umudu vardır Cemil’in. Geçtiği yollarda gördüğü kayaların altına tohumlar koyar. Tohumlar eksilir, bir böcek, bir hayvan alır umuduyla sık sık kontrol eder. Bir kere hariç, tohumlar hiç eksilmemiştir.
    Tekrardan sorar Cemil Erol’a:
   -Nefes mi buğday mı?
   Tekrardan buğday yanıtını alır Erol’dan. Anlatmaya başlar.
   Varlığın özü buğdaydır, yaşamı yeniden kurabilmeni sağlayacak tohum buğdaydır. Buğday tanesinin ortasındaki çizgiyse aşk çizgisidir, eliftir, ilktir. Ayırır, birleştirir.
   Yolculuğunu henüz tamamlamamış olan Erol, anlamaz. Canlı cansız her şey insan olmak ister, tüm kâinat insandır ve Erol, insan parçacığını görmeye bir adım uzaklıktadır.
    Erol yorulmuştur, çuvalları taşırken, açlıktan midesi sırtına yapışmıştır, çözümü taş bağlamakta bulur beline. Akşam olur çuvalları taşırken, bir çocuk yanaşır yanına. Acıkmış Erol’a onu yemek yemeye götürmeyi teklif eder. Çuvalları bırakmasını, yolculuğundan ayrılmasını. İnsanı doğrudan, hakikatten ayıran şeytandan başkası değildir çocuk. Hızır ile Musa’nın kıssasındaki kardeşiyle aynı kaderi paylaşır.
   Gerçekle hayali ayıramayan hale gelmiş Erol, çocuğu arar sabah ilk iş. Artık delirmiş olduğu fikrini kabullenmeye birkaç adım daha yakındır. Mabette uyumakta olan Cemil’i görür. Onu suçlar. Cemil ise suçluluk duygusundan başka bir şeyi olmadığını söyler ona.
   Hayatını laboratuarlarda, görebildiklerine sığınarak göremediği hakikatlere düşman olarak geçirmiştir Erol. Benliğinin katilini aradığı yolculuk henüz bitmemiştir, gitmesi gereken son bir durak kalmıştır.
   Kur’an-ı Kerim’den ilham alan sahne, Erol’un yarasının toprakla abdestinden sonra iyileştiğini görmesiyle sonlanır. Musa’nın Hızır’a dediği gibi:
-Bir daha yaptıklarından şüphe duyarsam yollarımız ayrılır, der Erol yol arkadaşına.
   Sınıra yakın kampa gelmişlerdir. Cemil, Erol’u bu kampta bırakıp yoluna devam edecek, Erol ise ruhunu yaralamış şehre paramparça olmuş zihniyle geri dönecektir. Kampa vardıklarındaysa orada yaşayanlar iki dostu iyi karşılamaz, gitmeleri için belalar okurlar -bir tanesi Cemil’in kaşına isabet eden- taşlar fırlatırlar. Koşarak korunmaya çalışır Erol, Cemil ise istifini bozmadan sakince yürümektedir.
    Köşeyi döndüğündeyse yalnız başınadır Erol. Cemil arkada kalmıştır, karşısındaysa onu almak için bekleyen Alice vardır. Geri dönmeyi reddeder, bitirecek işi olduğunu söyler iki dünya arasında ona köprü olmuş kadına. Endişeli kadınsa onu bulmak için çok uğraştığını günlerdir ölü topraklarda tek başına gezdiğini, Cemil’i bulamadığını söyler.
    Musa anlam veremez Hızır’ın sakinliğine. Yoldaşının onların canına kast eden kasabadaki duvarı tamir etmeye çalıştığını gördüğündeyse kendisini tutamaz. Nasıl böylesine insanların duvarını tamir edip onlara iyilik edebilir Hızır? Aklı almaz.
   Cemil, Erol’a duvarın son deliğinden içeri bakması için yer verir. Kıssada olduğu gibi, zenginlik içerisinde bir arsa, iki yetim çocuk ve Hızır. Hikâyemizdeki tek farklılıksa Cemil’in duvarın arkasındaki ağaçların arasında kaybolana dek yürümeye başlamasıdır.
   Filmin son sahnesindeyse Erol’un, Cemil’in kayaların altına bıraktığı tohumlarından birinin eksildiğini fark ettiğini seyrederiz. Bir karıncayla karşılaşır Erol. Zehirli topraklara Cemil’in silüetinin ağaçların arasında kaybolmasıyla yaşam gelmiştir. Heyecanla karıncayı takip eder Erol, yuvasına kadar.
   Heyecanı onu boğazından kavrar, nefes alamayacak hale getirir. Yere eğilir, kazmaya başlar toprağı, karıncanın yuvasını bulana dek. Zehirli toprağa açtığı çukurdan çıkan tek şeyse avuç dolusu buğday taneleridir. Zehirli, verimsiz koşullara rağmen büyüyen hayatı görürüz.
   Avucunu buğday taneleriyle doldurur Erol, derin bir nefes alır:
 -Nefes, der.
   Sonunda Tara’nın sorusuna doğru cevabı gönlünün en derinlerinden, inancıyla vermiştir.
   Erol, aslında Cemil’i hiç bulmamıştır. Ölü toprakların büyüsüne kapılıp ayaklarında derman kalmayıncaya dek yürümüş hayat ağacını keşfetmiş, modern dünyanın insanı onursuzlaştıran, keskin tırnaklarıyla kavrayan ellerinden uzaklaşmıştır. Kendisinden uzaklaşmış, aklını yitirerek göremediğini hissetmiştir.
Buğday kendini göstermiştir.
   Erol ile Cemil birbirlerinin katili olmuşlardır, ilim yolunda. Buğday tanesi benlikleriyle gönüllerini ayırmış, onlara parçası oldukları vücutla birleştirmiştir. Gerçek aşkın kollarında bulmuşlardır kendilerini.
   Kahraman karıncaysa başından beri orada bir yerlerde, toprağın dışına çıkmak için bekliyordur. İlim, arayana layık olduğunda görünür. Başından beri oradadır. Yunus’un Tapduk Emre’yi bulması, Musa’nın Hızır’ın ilmini tatması gibi…
   Buğday tanelerinin bir başka yönü de vardır. Kabil’in Tanrı’ya sunduğu adak, bahçesinden mahsuller, en güzel meyveler ve buğday taneleridir. Musa ve Hızır kıssası bir yana, Kabil ile Habil’in hikayesini de ele alır film.
    Vakti zamanında Habil çoban, Kabil ise çiftçi iki kardeştir ve Tanrı bu kardeşlerden ellerindeki en güzel ürünleri sunmalarını ister kendisine. Habil, en büyük en görkemli koyununu, Kabil’se bahçesinin en güzel üzümlerini, buğdaylarını sunar. Tanrı, Kabil’in adağını beğenmez.
    Nedenini hiç düşünmemişizdir bu hikâyenin. Tek bildiğimiz Kabil’in ilk katil olduğudur. Hikayenin ardındaysa bugün bile acısını çektiğimiz cehaletimiz yatıyor. Kabil, modern toplumun gerçeği, tarihinin kendisidir. Bir buğday tohumuyla başlıyor tarım, Kabil’in kardeşinin canını almasıyla, tarımdan mülkiyete modern dünyanın temellerine… İnsanlığın tarihinin başlangıcında Kabil’in temsil ettiği Novus Vita’ydı, yeni hayattı. Tanrı’nın Kabil’in adağını beğenmemesinin sebebi de budur.
   Yeni hayat, insanların Tanrıcılık oynadığı bir tiyatrodur aslında. Kabil’in Novus Vita’sı insanın siyahla beyaz perdelere gömüldüğü, toprağa bağlı, toprağın malı olarak yaşamaya başlayacakları bir hayattır.
   İlk nedeni, ilk cehaleti ve çürümüş ruhların kokularının hâkim olduğu sahneden kaçma fırsatını veriyor Buğday bizlere, perdemizde bir delik açıyor, sınır kapılarının dışını görme olanağı sağlıyor.
   İnsanın varlığını idrak edebilmesinin ve en sevdiği besteleri çarkların sürtme seslerine dönüştüren sistemi yırtıp atabilmesinin buğday tanesinde, benliğimizi öldürüp özgürleşmekte olduğunu göstermek istiyor Semih Kaplanoğlu. Uyuduğumuz rüyadan uyandırmak, benliğimizin katili olmak…
   Cemil’in de dediği gibi, hep bir rüyadayız ve öldüğümüz an uyanacağız.

1 yorum:

  1. Tebrik ederim,eline kalemine sağlık,heyecanla diğer yazılarını bekliyoruz.

    YanıtlaSil