Nefes mi Buğday mı?
Semih Kaplanoğlu’nun yazıp yönetmenliğini
üstlendiği Buğday filmi, modern ve renksiz, hakikatten uzak, benlik üzerine kurulu
dünyada kapana kısılmış, içini kaplayan sıkıntının çaresini sınır kapılarının
dışında aramakta bulan bir profesörün, bilimin adamının ve ona yolculuğunda
eşlik eden sürgün hayatı yaşayarak zehirli topraklarda hayatın kendisinin izini
süren bir adamın hikâyesini ele alıyor. Kur’an’dan kıssaları beyaz perdeye
aktaran Kaplanoğlu, aslında bu filmle beyaz perdede bir delik açar. İsyanlarını
ettiği modern dünyanın en güçlü silahı olan sinema perdesinde başta bilim olmak
üzere sinemaya, materyalist ve kapitalist dünya düzeninde yitip giden bütün
değerlerimize karşı yükselir sesi, benliğinden kurtulmak için debelenir
perdenin arkasında. Attığı tekmelerden birkaçı işe yaramış diyebiliriz filmin
sonunda, son nefesimizi verdiğimizde.
Bir adım ileri geleceği anlatan film,
mülteci kamplarında açar perdeyi. Seçilmiş, bereketli toprakların olduğu ve yaşamın
ölümcül olmadığı bir bölge vardır. Etrafıysa kendiliğinden bırakılmış ve ölü
topraklar olarak adlandırılan asit yağmurlarında yıkanan topraklarla çevrilidir.
Seçilmiş bölgede şehir vardır: Modern dünyanın atan kalbi şirketler ve
kaçınılmaz bir kaos... Şehre kimin girip kimlerin giremeyeceği ise teknolojinin
geleceği son noktayı göstermek istermişçesine gen taramalarıyla belirlenir;
hastalıksız, devamlılık sağlayabilecek sağlıklı genlere sahipsen şehirdesindir,
değilsen zehirli topraklara ya da mülteci kamplarına mâhkum.
![]() |
Filmin Afişi. |
Hikâyenin temelini oluşturan karakterlerden
Erol’un çalıştığı, Cemil’in ise işten çıkarıldığı bir şirket vardır şehrin
merkezinde: Novus Vita. Tohum genetiğiyle oynayan, tarım biliminin zirvesi bir
şirkettir. Sürekli hasat verebilecek tohumlar oluşturmak için genleriyle
oynarlar şirkette buğdayların, mercimeklerin.
Latinceden çevirisi “Yeni Hayat” olan şirket insanlara bilimle
harmanlanmış kapitalist sistemin çarkları arasında sıkışmış materyalist bir
hayat sunmaktır. Bilimle yepyeni bir hayata, tarihini, geçmişini unutmaya…
Büyük talihsizliktir ki şirkette genetik
kaos yaşanmakta, sokaklarda insanlar “Gen ırkçılığına hayır!” pankartları
atmaktadır. Kimse memnun değildir sistemden ancak itirazlarının çarkları
döndüren motor yağı olduğunun da farkında değillerdir. Şirket toplantısındaysa
bir isim zikredilir: Cemil Akman. Genetik kaosun ve M maddeciliğinin insanlığın
sonunu getireceğini, tohumların genetiklerinin hiçbir zaman sürekli hasat
verebilecek hale getirilemeyeceğini çünkü M maddesinden yoksun olduklarını
yazan tezinden ötürü Novus Vita’dan, bilimin getirdiği yeni hayattan
kovulmuştur. Toplantıda krizin nasıl çözüleceği konuşulur, Erol çareyi bu
hadiseye karşı yıllar önce şirketi uyaran Cemil’le konuşmakta bulur.
Sıkıntıyla laboratuarına gider, öğrencisi Andrei onu beklemektedir o sırada.
Şirketten kovulacağını bildiği için hocasından özür diler, hadiseyi anlatır.
Genetiği oynanmış mercimeği laboratuar dışına çıkarmıştır. Andrei’nin
yaptığından ötürü pişman olmadığını görmekle beraber filmin ilerleyen
sahnelerinde şehrin dışındaki yaşama duyduğu özlemi arkasına alan bir asi
olduğunu daha iyi görürüz. Denekler arasında geçen siyah beyaz bir dünyadan
bıkmıştır, şehrin dışındaki toprağın kokusunu, ailesini özlemiştir. Hocasının
aradığı Cemil Akman dosyalarınıysa sisteme sızıp bulan, mahkeme kayıtlarını
izleten kendisidir. Gönlünde huzursuzluk yatan, ait olmadığını bilen bir başka
ruhtur.
Cemil’le konuşabilmek için soyağacı
arşivlerinden adresini bulan Erol evine gittiğinde kızı Tara’yı bulur. Tara,
kimsenin bilmediği bir dilde konuşuyordur, Erol’un hiçbir sorusunu
cevaplamadığı gibi ona bir soru yöneltir: Nefes mi buğday mı?
Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre arasındaki
olayı aktaran bu sahnede, buğday yanıtını veren Erol’un, himmete dönene dek
Yunus Emre gibi yapacağı uzun bir yolculuk vardır önünde. Henüz nesnelerin
ötesini görememektedir, ölü topraklarda abdest almamış, enfeksiyonunu
atamamıştır bünyesinden.
Sol kaburgasının hemen altında bir
enfeksiyon vardır Erol’un, her gece düzenli iğne yapar yarasına ağrıyı
hafifletmek ve yayılmasını engellemek için.
Bu enfeksiyon bedeninden çok ruhundadır, iğneler etki etmez, ölü
topraklarda abdest alana dek temizlenmez. Novus Vita’nın deneylerinden
bulaşmış, genetik kaosla beslenen çürük yumurta kokuları yayan, filmin kahramanını
tiksindiren bir yaradır bu.
Bir tanıdığını ziyarete giden Erol, sınır
kapısının dışına çıkmaya karar verir Cemil’i bulabilmek için. Evinde yaşanan
yangından sonra Cemil’i gören, duyan kimse olmamıştır ve tampon bölgede
yaşadığına dair bir fısıltı dolaşmaktadır şehirde. Gerekli ekipmanları
ayarladıktan sonra kendisini sınır kapısından geçirebilecek bir kadın bulur:
Alice. Alice, onu ve son anda yolculuğa eklenen şirketin siyah beyazından
bıkmış Andrei’yi sınırdan geçirecektir.
Filmin başında kamptan kaçmaya çalışırken
kapıya doğru koşan bir çocuk sınır kapısından adımını attığı gibi yanarak
ölmüştür. Ölümcül tehlikeye sahiptir kimsenin içeri girememesi ve kimsenin
çıkamaması için. Her insanın mahkûm olduğu kozada kaldığından emin olmalıdır şehir,
kimse onu terk edememelidir. Kapıdan geçmeden önce Erol ve Andrei’yi takip
edebilmek için çip aşılayan Alice, en fazla beş gün sonra sınır kapısında
onları alacağını söyleyerek perdeden ayrılır.
Artık profesör ve öğrencisi tek bir
karıncanın bile yaşamadığı, salgınların insanları tek tek öldürdüğü ve asit
yağmurlarında yıkanan topraklarda tek başınadır. Yorgunluk ve açlıktan tek bir
adım bile atamayacak hale gelene dek yürürler. Terk edilmiş bir kamp alanı,
salgından ölmüş insanları geçerler, bataklığı dolaşırlar ve gölün kıyısına
kadar gelirler. Gece olduğundan uyumak üzere tulumlarına girip kendilerini
uykunun kollarına bırakırlar.
Sınır kapısından geçtiğinde Erol geri
dönülmez bir yola girmiştir. Benliğinden kurtulmak üzere çıktığı bu yolculukta
enfeksiyonu ruhuna son saldırılarını yaparken yavaş yavaş delirmeye başlamıştır.
O gece tatlı uykusunu bölen bir rüya görür. Rüyasında öğrencisi Andrei
bataklıktaki sazlıkların arasından yürür, çantası açıktır ve her şeyi suya
dökülür. Erol, öğrencisine seslenir ancak sesini duyuramaz. Ardından sırtını
bataklığa dönerek yatar. Önce Andrei’yi alır zehirli topraklar Erol’dan.
Ardından kendisini.
Sabah kalktığında ilk iş öğrencisini arar
Erol, bulduğunda derin bir nefes alır. Geliş amacı bir tokat gibi çarpar
yüzüne, Cemil’i bulmak için tekrardan düşerler yollara. Tıpkı Yunus Emre’nin
Tapduk Emre’yi ararken çıktığı gibi… Bir sandal bulurlar, gölün etrafını
arayabilmek için binerler. Bir tur, iki tur, üç tur… Kıyıdan Cemil onlara
“Buraya gelin!” diye haykırana dek ararlar. Doğruyu arayan iki cahil kulun
peygamberiyle tanışmalarını bulmasını temsil eder gözümde. Tebliğci, çağrısını
yapmadan onu göremezler ne kadar çok turlarlarsa turlasınlar gölü. Doğru yolu,
yol gösteren olmadan bulamazlar.
![]() |
Erol ve öğrencisi Cemil'i bulmuştur. |
Kıyıya vardıklarındaysa Cemil’e kendini tanıtır Erol, amacı tezini sormak, nasıl yıllar öncesinden bu felaketi öngörebildiğini öğrenmektir. Cemil’in cevabı nettir, yıllar önce araştırmalarında yaratılan her şeyin içinde M parçacığı olduğunu keşfetmiştir. Şirketin genetiğiyle oynayarak yarattığı tohumlardaysa bu parçacık bulunmaz. İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şeyde M parçacığı yoktur. Düşünürüm, M parçacığı Tanrı’nın kendisi midir? Tanrı, yarattığı her canlıya ruhundan üflemiştir, her canlıya şah damarından daha yakındır, içindedir. İnsan ise onun bir parçasıyken Tanrı değildir, yarattıkları ebedi olamayacaktır ve Cemil bunu fark ettiğinde kendisini ölü topraklarda yaşamı bulmaya fırlatmıştır. İnsanın dünyaya fırlatıldığı gibi… Yapacak işleri olan Cemil’in gitmesi gerekir, kayığa atlar ve profesörle öğrencisinden uzaklaşır. “Hayır.” cevabını kabul etmeyecek kadar inatçıdır Erol, suya atlar ve kayığa doğru yüzer. Cemil’in “Sen benimle yolculuğa dayanamazsın.” sözlerine rağmen tıpkı Musa gibi aldırış etmez. Hızır’ın tek bir şartı olduğu gibi Cemil’in de tek bir şartı vardır yolculuğa Erol’u kabul etmek için: Seyahatleri boyunca kendisine hiçbir soru sormayacaktır. Erol kabul eder. Bilimin adamı olan ve hayatını görebildikleri, hesaplayabildikleri üzerine kurmuş Erol’un iradesini zamanla içten yiyen bir yolculuğa başlarlar böylece. Onlar sandalla gölde açılırken öğrencisi Andrei ise kıyıda, kokusunu özlediği topraklarda özgürlüğe doğru yürür, dünyeviliğe sırtını dönerek bataklığa karışır. Perdede artık sadece Hızır’la Musa kalmıştır.
Tıpkı kıssada olduğu gibi gölün ortasında
kayığı batırır Cemil. Erol, çılgına döner, dilini tutamaz ve sorular sormaya
başlar. Cemil’den alabildiği tek yanıt ise “Ölü taklidi yap.” olur. Sözünü
dinler.
Çok geçmeden bölgede arama yapan şehrin
uçakları gölün üzerinde uçmaya başlar, göldeki ölüleri kontrol eder, gölge
yüzen tek şeyin cesetler olduğundan emin olduktan sonra perdeden ayrılır.
Karaya çıktıklarındaysa kucağında bir bebek vardır Cemil’in sırtındaki çanta
yerine. Bebekken annesi tarafından Nil Nehri’ne bırakılan Musa aklımıza gelir.
Erol, bir daha Cemil’e onu sorgulamayacağına dair söz verir, dur durak bilmeksizin
yürümeye başlarlar ve birçok insanın olduğu küçük bir kasabaya gelirler. Cemil,
ölü topraklarda hayatı aradığından tohumculukla uğraşmayı bırakmaz, mahsul
yetiştirmek ister ancak kayıklarını batırdığında elindeki bütün tohumlar gölün
dibini boylamıştır. Geldikleri kasabadan çadır, birkaç günlük yemek alıp
çıkarlar. Günün sonundaysa kasabaya yakın bir yere çadır kurarlar.
Erol’un çarkların dışında geçirdiği,
yalnızlığını hissettiği ikinci gecedir bu. Delirmeye her gece bir adım daha
yaklaşmaktadır rüyalarında. Yanan bir ağaç görür, etrafta başka hiçbir şey
yoktur, tek başınadır ölü topraklarda. Antik Yunan mitolojisinde ağaç hayatı
temsil eder, dünyanın merkezinde hayat ağacı bulunur ve üç katı birbirine
bağlar. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir. Hayat, ölü topraklarda yanar, tıpkı
tek istediği şey mülteci kampından kaçmak olan küçük çocuk gibi. Erol,
rüyasında hayatının yandığını görür, yaşamının son nefesini verdiğini. Ter
içinde uyanır, Cemil’in çoktan kalkmış olduğunu görür. Firavun’un rüyasını
Yusuf’a anlatması gibi anlatır gördüklerini Cemil’e. Hep bir rüyadayız, der
Cemil. Hep bir rüyadayız, öldüğümüz an uyanacağız.
Tohumların
genleriyle her oynadıklarında insanın içinde de bir şeyleri değiştirdiğimizi
fark edememiştir şehirdekiler. Tanrı’yı oynayan insanların cahilliklerinin
ruhlarını nasıl geri dönülmez bir siyah beyaz televizyon ekranına hapsedeceğini
tahmin edememişlerdir. Genetik kaos makalesine dek Cemil de bu bilimin
adamlarından olmuştur. Benliğiyle yaşıyordur, hapsolmuştur seçilmiş bölgenin
laboratuarlarına.
Varlığın tek vücud, kendisinin de onun bir
parçası olduğunu fark ettiğinde, Tanrı’yı oynamanın onu insan olmaktan ne denli
uzaklaştırdığını gördüğünde benliğinden kurtulmak için elinden geleni yapmaya
karar vermiştir. Şehrin sınırlarının dışına çıkmış, kendisini dünyevilikten
soyutlamıştır.
Tek başına yapması zordur.
-Beni öldürecek birini aramaya başladım.
Erol sorar:
-Peki, kendini öldürecek birini buldun mu?
-Buldum, der Cemil.
Cemil’in anlattıklarını hala olması
gerektiği gibi anlayamayan Erol’un gidecek çok yolu vardır ancak o gece, o
rüyayla yeniden dirilişi başlamıştır. Kendisini, nefsini öldürmeli ve yeniden
doğmalıdır. Bütün günahlarından tövbe etmeli, nefsinin önüne altın tepsilerle
sunduğu her dünyevi zevke hayır diyebilmelidir.
Üçüncü gece gördüğü rüyaysa kafası karışık
Erol’un benliğiyle yüzleşme korkusunu anlatır. Kamp alanlarına, karşısına bir
kurt gelmiştir. Erol’a keskin gözleriyle bakmış, hırlamaya başlamıştır. Erol
ise beklendiği gibi kaskatı kesilmiş, korkmuş ve çadırına saklanmıştır. Kurtsa
çadırının etrafında tur atmaya başlamıştır. Tekrardan ter içinde uyanmıştır,
kurdun gerçek olmadığına sevinse de benliğiyle zihni, ruhuyla bir kavgaya
girişmiştir. Huzursuzluğu iyice artmış, yönünü bulmakta çektiği zorluk
katlanılmaz hale gelmiştir. Kurt, atalarımızın mağaralara çizimler yaptığı
zamanlarda anlattığı hikayelerde Tanrı’ya yakarışı temsil etmektedir. Bu rüya,
Erol’un Tanrıcılık oynamaktan vazgeçmesi halinde girdiği karmaşayı yansıtır,
Cemil gibi benliğini öldürecek birini mi aramalıdır? Cemil onu nereye
götürmektedir? Aklından geçen hiçbir soruya onu ikna edebilecek kadar mantıklı
bir cevabı yoktur.
Meslek alışkanlığından onun için en önemli
değer mantığı, aklıdır. Şehrin dışında geçirdiği geceler çoğaldıkça dayandığı
mantığı zayıflamadan öte yok olmaya başlamıştır. Benliğini öldürebilmesi için
mantığını denklemden çıkarması gereklidir. Enfeksiyonunun ağrısı ve tiksinç
kokusu aşısının yokluğunda iyice artmıştır. Yok oluşundan önceki son
çırpınışlarıdır bu Erol’un içindeki sistemin kırıntılarının.
Erol ise Cemil’in peşinde sorgusuz sualsiz
olmaya, mantığını ve şüphelerini bir kenara koymaya çalışarak seyahat
etmektedir. Yolculuklarının üçüncü günündeki durağıysa Cemil’e ve onun değerli
bir hocasına ait sera izlenimi veren bir mabettir. Şehir kurulurken bütün
verimli topraklar modern tarım yapabilmek için taşınmıştır. Buradaysa Cemil,
bereketli, temiz ve nefes alan toprak saklamaktadır.
Mabede girdiklerinde ışıkları “Hayy”
diyerek açan Cemil, burada ölü topraklardaki nefesi saklamaktadır. Hayy, yaşam
sahibi, ebedi demektir ve Cemil, toprağın ebediliğini almak istermişçesine
oturur ve abdest almaya başlar. Kısa bir süre sonra yoldaşı da ona katılır.
Erol, bütün yaşamı emmek ister, vücudunu saran, bedenini, ruhunu çürüten
enfeksiyondan kurtulmak... Toprağı avuçlarına alır, gömleğini açar ve yarasına
sürmeye başlar.
O gece mabette uyurlar, Erol ilk kez şehrin
dışındaki bir gece onu tırmalayarak uyandıran bir rüya görmez. Aklı, delilik
haline alışmıştır artık. Cemil’in nefes alan, verimli toprakları tohum ekerken
kullanabilmesi, ölü topraklara nefesi yayabilmek için sabah kalktıkları gibi
mabetteki toprağı çuvallara doldurur, kayıklara taşırlar,
Onu terk etmeyen de bir umudu vardır
Cemil’in. Geçtiği yollarda gördüğü kayaların altına tohumlar koyar. Tohumlar
eksilir, bir böcek, bir hayvan alır umuduyla sık sık kontrol eder. Bir kere
hariç, tohumlar hiç eksilmemiştir.
Tekrardan sorar Cemil Erol’a:
-Nefes mi buğday mı?
Tekrardan buğday yanıtını alır Erol’dan.
Anlatmaya başlar.
Varlığın özü buğdaydır, yaşamı yeniden
kurabilmeni sağlayacak tohum buğdaydır. Buğday tanesinin ortasındaki çizgiyse
aşk çizgisidir, eliftir, ilktir. Ayırır, birleştirir.
Yolculuğunu henüz tamamlamamış olan Erol,
anlamaz. Canlı cansız her şey insan olmak ister, tüm kâinat insandır ve Erol, insan parçacığını görmeye bir
adım uzaklıktadır.
Erol yorulmuştur, çuvalları taşırken,
açlıktan midesi sırtına yapışmıştır, çözümü taş bağlamakta bulur beline. Akşam
olur çuvalları taşırken, bir çocuk yanaşır yanına. Acıkmış Erol’a onu yemek
yemeye götürmeyi teklif eder. Çuvalları bırakmasını, yolculuğundan ayrılmasını.
İnsanı doğrudan, hakikatten ayıran şeytandan başkası değildir çocuk. Hızır ile
Musa’nın kıssasındaki kardeşiyle aynı kaderi paylaşır.
Gerçekle hayali ayıramayan hale gelmiş Erol,
çocuğu arar sabah ilk iş. Artık delirmiş olduğu fikrini kabullenmeye birkaç
adım daha yakındır. Mabette uyumakta olan Cemil’i görür. Onu suçlar. Cemil ise
suçluluk duygusundan başka bir şeyi olmadığını söyler ona.
Hayatını laboratuarlarda, görebildiklerine
sığınarak göremediği hakikatlere düşman olarak geçirmiştir Erol. Benliğinin
katilini aradığı yolculuk henüz bitmemiştir, gitmesi gereken son bir durak
kalmıştır.
Kur’an-ı Kerim’den ilham alan sahne, Erol’un
yarasının toprakla abdestinden sonra iyileştiğini görmesiyle sonlanır. Musa’nın
Hızır’a dediği gibi:
-Bir
daha yaptıklarından şüphe duyarsam yollarımız ayrılır, der Erol yol arkadaşına.
Sınıra yakın kampa gelmişlerdir. Cemil,
Erol’u bu kampta bırakıp yoluna devam edecek, Erol ise ruhunu yaralamış şehre
paramparça olmuş zihniyle geri dönecektir. Kampa vardıklarındaysa orada
yaşayanlar iki dostu iyi karşılamaz, gitmeleri için belalar okurlar -bir tanesi
Cemil’in kaşına isabet eden- taşlar fırlatırlar. Koşarak korunmaya çalışır
Erol, Cemil ise istifini bozmadan sakince yürümektedir.
Köşeyi döndüğündeyse yalnız başınadır Erol.
Cemil arkada kalmıştır, karşısındaysa onu almak için bekleyen Alice vardır.
Geri dönmeyi reddeder, bitirecek işi olduğunu söyler iki dünya arasında ona
köprü olmuş kadına. Endişeli kadınsa onu bulmak için çok uğraştığını günlerdir
ölü topraklarda tek başına gezdiğini, Cemil’i bulamadığını söyler.
Musa anlam veremez Hızır’ın sakinliğine.
Yoldaşının onların canına kast eden kasabadaki duvarı tamir etmeye çalıştığını
gördüğündeyse kendisini tutamaz. Nasıl böylesine insanların duvarını tamir edip
onlara iyilik edebilir Hızır? Aklı almaz.
Cemil, Erol’a duvarın son deliğinden içeri
bakması için yer verir. Kıssada olduğu gibi, zenginlik içerisinde bir arsa, iki
yetim çocuk ve Hızır. Hikâyemizdeki
tek farklılıksa Cemil’in duvarın arkasındaki ağaçların arasında kaybolana dek
yürümeye başlamasıdır.
Filmin son sahnesindeyse Erol’un, Cemil’in
kayaların altına bıraktığı tohumlarından birinin eksildiğini fark ettiğini
seyrederiz. Bir karıncayla karşılaşır Erol. Zehirli topraklara Cemil’in
silüetinin ağaçların arasında kaybolmasıyla yaşam gelmiştir. Heyecanla
karıncayı takip eder Erol, yuvasına kadar.
Heyecanı onu boğazından kavrar, nefes
alamayacak hale getirir. Yere eğilir, kazmaya başlar toprağı, karıncanın
yuvasını bulana dek. Zehirli toprağa açtığı çukurdan çıkan tek şeyse avuç
dolusu buğday taneleridir. Zehirli, verimsiz koşullara rağmen büyüyen hayatı
görürüz.
Avucunu buğday taneleriyle doldurur Erol,
derin bir nefes alır:
-Nefes, der.
Sonunda Tara’nın sorusuna doğru cevabı
gönlünün en derinlerinden, inancıyla vermiştir.
Erol, aslında Cemil’i hiç bulmamıştır. Ölü
toprakların büyüsüne kapılıp ayaklarında derman kalmayıncaya dek yürümüş hayat
ağacını keşfetmiş, modern dünyanın insanı onursuzlaştıran, keskin tırnaklarıyla
kavrayan ellerinden uzaklaşmıştır. Kendisinden uzaklaşmış, aklını yitirerek
göremediğini hissetmiştir.
![]() |
Buğday kendini göstermiştir. |
Kahraman karıncaysa başından beri orada bir
yerlerde, toprağın dışına çıkmak için bekliyordur. İlim, arayana layık
olduğunda görünür. Başından beri oradadır. Yunus’un Tapduk Emre’yi bulması,
Musa’nın Hızır’ın ilmini tatması gibi…
Buğday tanelerinin bir başka yönü de vardır.
Kabil’in Tanrı’ya sunduğu adak, bahçesinden mahsuller, en güzel meyveler ve
buğday taneleridir. Musa ve Hızır kıssası bir yana, Kabil ile Habil’in
hikayesini de ele alır film.
Vakti zamanında Habil çoban, Kabil ise
çiftçi iki kardeştir ve Tanrı bu kardeşlerden ellerindeki en güzel ürünleri
sunmalarını ister kendisine. Habil, en büyük en görkemli koyununu, Kabil’se
bahçesinin en güzel üzümlerini, buğdaylarını sunar. Tanrı, Kabil’in adağını
beğenmez.
Nedenini hiç düşünmemişizdir bu hikâyenin. Tek bildiğimiz Kabil’in ilk katil olduğudur.
Hikayenin ardındaysa bugün bile acısını çektiğimiz cehaletimiz yatıyor. Kabil,
modern toplumun gerçeği, tarihinin kendisidir. Bir buğday tohumuyla başlıyor
tarım, Kabil’in kardeşinin canını almasıyla, tarımdan mülkiyete modern dünyanın
temellerine… İnsanlığın tarihinin başlangıcında Kabil’in temsil ettiği Novus
Vita’ydı, yeni hayattı. Tanrı’nın Kabil’in adağını beğenmemesinin sebebi de
budur.
Yeni hayat, insanların Tanrıcılık oynadığı
bir tiyatrodur aslında. Kabil’in Novus Vita’sı insanın siyahla beyaz perdelere
gömüldüğü, toprağa bağlı, toprağın malı olarak yaşamaya başlayacakları bir
hayattır.
İlk nedeni, ilk cehaleti ve çürümüş ruhların
kokularının hâkim olduğu sahneden kaçma fırsatını veriyor Buğday bizlere,
perdemizde bir delik açıyor, sınır kapılarının dışını görme olanağı sağlıyor.
İnsanın varlığını idrak edebilmesinin ve en
sevdiği besteleri çarkların sürtme seslerine dönüştüren sistemi yırtıp atabilmesinin
buğday tanesinde, benliğimizi öldürüp özgürleşmekte olduğunu göstermek istiyor
Semih Kaplanoğlu. Uyuduğumuz rüyadan uyandırmak, benliğimizin katili olmak…
Cemil’in de dediği gibi, hep bir rüyadayız
ve öldüğümüz an uyanacağız.
Tebrik ederim,eline kalemine sağlık,heyecanla diğer yazılarını bekliyoruz.
YanıtlaSil