Kavak Ağacı
İçimde yalnız ve yapraksızBir kavak ağacı büyüyor -Çıplak ve göğe doğru-Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzunBir ağlama duvarı bu.Erdem Bayazıt, Karanlık Duvarlar.
Mağaraların duvarlarına boyanan figürlerden Golding’in
adasına, Hugo’nun giyotin sehpasından Yahya Kemal’in Gök Kubbesi’ne kadar
uzanan cılız bir fısıltı taşınıyor rüzgârla kavağın yaprakları arasından.
Kulağımıza uzanana dek Woolf’un odasından, Macbeth’in cadı kazanına,
Raskolnikov’un hücresine uğrayan bu fısıltı daimi bir emele sahip. Hikâyesini
anlatmak… İnsanoğlunun ilk sorularını sorduğu zamandan mürekkebini akıttığı ilk
kâğıtlara kadar uzanan bu istek bizlerde ninelerimizin dizinin dibinde binbir
gecenin masallarını dinleyerek kendini gösterir. Tanrı, güneş, rüzgâr, ateş ve
ağaçlar… Bizlere eskilerin ilk sorularını, korkularını, kahkahalarını taşır
hikâyeler arasında seyahat ederken.
Melodilerini rüzgârla
çalışma masalarımıza taşıyan kavak ağacının da anlatılmaya değer, köklerini
bereketli topraklara salmış bir hikâyesi vardır. İstanbul’da sıklıkla
görebileceğiniz kavak ağacının hikayesi bizlere Phaeton’un mezarından çıkarak
Bayazıt’ın dizelerinden ulaşır. Söylenen odur ki titanlardan Helios’un -güneş
tanrısı- Phaeton isminde bir oğlu, Heliadlar olarak nam salmış kızları varmış.
Anneleri Klymene ise Phaeton büyüyünceye dek babalarının kim olduğunu gizleyen
bir titan tanrıçasıymış. Günler günü kovalamış ve Phaeton babasının kim
olduğunu, Güneş Tanrısı olduğunu öğrenmiş, ispatlaması için arabasını istemiş
babasından. Kaynaklardaysa bu araba Tanrı’nın güneşi doğudan batıya doğru
taşırken kullandığı düşünülen araç olarak geçer. Helios arabasını oğluna
kendisini ispatlamak için gönülden olmasa da vermiş. Phaeton ise bu aracı
gerektiği gibi kullanamamış ve felaketlere yol açmış. Bu duruma son vermesi gerektiğinden
Zeus olaya dâhil olmuş ve yıldırım fırlatarak Phaeton’u öldürmüş. Biricik
kardeşlerinin ölümüne çok üzülen Heliadlar kardeşlerinin mezarının başından
dört ay boyunca ayrılmamış, durmaksızın ağlamışlar. Ağlamaktan, yas tutmaktan
zaman kavramını yitiren kız kardeşlerden büyük olanı, Phaethus yere kapanmak
istemiş fakat hareket edememiş. Küçük kardeşi Lampeti ise yardım etmeye
çalışmış ancak aynı durumdaymış. İkisi de hareket edemez haldeymiş, kolları ve
bacakları dallara, bedenleriyse kütüğe dönüşmeye başlamış. Kuruyan gözyaşları
güneş ışığıyla katılaşmış, altın gibi parlayan kehribarı oluşturmuş.
Kardeşlerinin yasını dört ay boyunca ağlayarak, Tanrı’lara yalvararak tutan kız
kardeşler sert kabuklu, kapkara ağaçlara dönüşmüşler. Kara kavaklara…
Renginden, matem tutan kız kardeşlerin yüreklerinde filizlendiğinden kara kavak
olarak adlandırmış eskiler.
![]() |
Kara kavağa dönüş hikâyesi. |
Antik Yunan’da
acıyı temsil eden bu ağaç olabildiğine kibirlidir. İnatla gökyüzüne uzanır,
söğüt ağacı gibi belini bükmez. Uzak mesafelerden baktığınızda bile kolaylıkla
fark edilebilecek bir yapıya sahiptir boyundan ötürü. Meyve vermez ancak dalları
arasında dans eden rüzgârla besteler yazar. Sert kabuğu vardır, kolay kolay
darbe almaz. Tıpkı korkularımızın bizleri pençesine aldığı gibi toprağı
kökleriyle sarar, sökülmesi zahmetlidir. Biz ademoğlunu geceleri ağrıdan
kıvrandıran sancılar gibi…
Mağaralara figürler
çizen atalarımız gibi başlarız yaşama. Çocukken dünya bizler için merak
uyandıran, sorularla dolu olduğumuz yerdir. Çevremizi tanıdıktan, mağaranın
dışına ormana doğru ilk adımlarımızı attıktan sonra “Neredeyim ben?” suali kim
olduğumuza dair sorgulamalara döner. Heidegger’in ifadeleriyle, dünyaya
fırlatılmış insan amacını aramaya koyulur. Bir soru, iki soru, üç soru… Gece
yastığa başını koyan her aklı başında insan ilk sorusunu sorar -Neden?- ve
artık aklını kaybetmiştir.
Doğru cevaba ulaşma
arzusuyla yanıp tutuşan bizler için doğru cevabın var olmadığını fark
ettiğimizde, doğru cevabın imkânsızlığını gördüğümüzde her şey için çok geçtir.
Bazılarının bilmeye duyduğu açlık, bazılarımızın talihsiz sevdaları,
kimilerininse onurlu yaşama mücadeleleri… Soluklanmak için oturup derin bir
nefes alarak düşündüğünüzde yaşamımızdaki her şeyin ardında kavak filizleri
bıraktığını görürüz.
Yaşadığımız acılar
olabildiğine kibirlidir, en talihsiz kimse biziz sanarız. Kızıl gözyaşlarıyla
suladığımız, biz büyüdükçe bizlerle beraber içimizde büyüyen acılar fark
edilmek için boğazımızı tırmalar, tırnaklarını inatla geçirir. Hayatımızın
ev-okul-iş üçgeninde hapis yattığımız, içimizde filizlenen kavağın melodilerinden bîhaber geçirdiğimiz dönemlerinde köklerini salar. Ağlayışlarımızın sesi
yükseldikçe, Heliadların dört ayı bittiğinde dallarıyla sarar kara kavak. Artık
kavak içimizde mi yoksa bizler kara kavağın kendisi miyiz söylemek mümkün
değildir.
Sayfaları çevirdikçe
hikâyemizde, yalnız ama küskün bir kavağa dönüşürüz. Yalnız ama küskün ve uzun,
güçlü bir kavak ağacı büyür her birimizin içinde. Hikâyesini anlatmakta kararlı,
kimsenin bilmediği köşelerine tercüman, inatçı melodilerini yayan… Mağaranın
dışına attığımız ilk adımda, güneşle ilk karşılaşmamızda başlıyor filizlenmeye.
Ölümümüze kadar takip ediyor bizi.
Fethettiği gönüller
sadece bizlerle de sınırlı kalmıyor kara kavağın. Bir bir şehirlerin ruhuna
kabuğundan kara bir bulut gibi çöküyor, filizlerini saçıyor meydanlara, başında
tepsisiyle simit satan çocukların ayak bastığı her sokağa. Sokaklar caddelere
dönüşene, çarşıların yerini alışveriş merkezleri alana dek… Ben Yüzyılı’ndan
fazlasıyla nasibini almış, gençliğinde delicesine akan kanı durulmuş, unutulmuş
şehir İstanbul da kavağın pençelerinde. Tarihin en eski şehri, sevginin
imzasını attığı İstanbul’dan; gri hayaletlerin, yalnızlığın
başkenti olan İstanbul’a uzanan şüpheyle harmanlanmış bir korku yatıyor.
Acı çekiyor
İstanbul, beton sitelerle reklam afişleri arasında, feleğe küfredenlerle her
akşamını bir başka restorandan yiyerek geçirenlerin melodilerini taşıyor kış
rüzgârlarıyla. Bir cephede yoksulluk yalnızlığı dansa kaldırmış, son moda hareketlerle
kıvırtırken diğer yanda sıcacık evindeki kasasına her gün bir tomar para
atanlar İstanbul’un nabzını yavaşlatıyor, nefeslerini seyrekleştiriyor. Belki
de sorun insanların birbirlerinin yüzüne bakmayı bırakmasıdır konuşurken, belki
de gökdelenlerde komşuluk yapmanın imkânsız olduğundandır. Bilinmez, dile
gelmez ki şehir, sözcüklerini yutalı çok olmuştur.
Neydi Eski İstanbul?
“Eski İstanbul bir
tertipti.” der Tanpınar, Beş Şehir’inde. Büyük küçük, mânalı mânasız, eski
yeni, yerli yabancı, güzel çirkin…
Boğaziçi’nde sabah,
Çamlıca Tepeleri’nde akşam saatleri, öğlenleri Eyüp… Her semti ayrı bir ruha,
ayrı bir inceliğe sahip, zenginin fakirin beraberce eğlendiği, sokaklarda
aydınlığın satıldığı bir şehir: İstanbul. Nefes alan, bütünüyle tüccarını, âlimini,
gayrimüslimini, kadınını, çocuğunu saran şifa kenti…
Mahallelerde
satıcıların maniler söyleyerek gezdiği, lambacıların aydınlık sattığı bu güzel
şehrin hem semtinde bir başkayızdır. Hamlesi yarı yolda kalmış Paris taklidiyle
Beyoğlu hatırlatırken bizlere yoksulluğumuzu, Fatih gösterir görkemini
Süleymaniye’den akan tarihle Bozboğan’a. Bir başkadır hisarlardan izlemek
boğazı, içi bir hoş olur insanın dolanırken Merkezefendi’nin sokaklarında.
"Nice revnaklı şehirler görünür dünyada/Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan." mısralarını İstanbul şairi, belki bir gün
penceresinin önünden geçen lambacının manisini duyduğunda, belki Eyüp’te sabah
namazı sonrası, belki de Üsküdar’dan Süleymaniye’yi seyrederken ya da
çarşılarında gezerken yazdı.
Diğer dünya
şehirleri gibi doğayı gölgeleyen mimarisi yoktur İstanbul’un, aksine doğayla
mimari beraber zuhur eder. Öyle ya, Eski İstanbul’da her caminin başına bir
çınar, bir servi dikilirmiş: Yeşilliklerin arasından bizlere göz kırpan
Süleymaniye ve yanı başındaki servi ağacı. Çınar ve servi ağacının hüküm
sürdüğü dönemleri Eski İstanbul’dur, yerini içten çıkan yangın sonrası kara
kavaklara bırakmıştır.
Fatih’in,
Kandilli’nin, Bebek’in sırtlarının ihtişamını arkasına alarak yükselen ve
köklerini şifalı suların gezindiği topraklara salmış çınarsa dikilen ağaçlardan
biridir. Her caminin yanı başına, her köşeye dikilen bu ağaç yüzyıllarca
şahitlik etmiştir bir medeniyetin yükselişine. Ondan öncesi Yunan’da, Roma’da
çınarın gölgesi kanunların uygulandığı, otoritenin simgesi bir merkez olmuştur.
Yeryüzünün en yaşlı tanıklarındandır çınar ağacı. Yüzyıllarca yaşar, gölgesinde
saklanır yıllar ve dinlenir nice âşıklar.
![]() |
1950 yılından Süleymaniye Camii. |
Ölüm bile Eski
İstanbul’da başka bir kokuya sahiptir, matemin rengi iç karartmaz, aksine servi
gibi şehadet getirir. Çokça dikilen servi ağacı da tıpkı kara kavak gibi
renginden, sertliğinden ötürü ölümü, matemi temsil eder fakat servi yalnız
değildir kavak gibi. Sürüklemez insanları acıdan inlerken yollarından,
uyandırmaz geceleri uykularından. Şüphesiz ki başta Süleymaniye olmak üzere
camilerin etrafına dikilmesinin de sebeplerinden biridir. Caminin avlusundan
baktığımızda masmavi denize, görürüz servi ağacını. Süleymaniye’de yaşamın
nahoş yüzünü, ölümü hatırlatan tek parçadır. Servi de kavak gibi sert kabuklu
ve uzundur. Adeta gökyüzüne uzanır, şehadet parmağını kaldırır gibi görünür
uzaktan. Belki de kavaktan ayıran sebeplerden biri de budur, ölümden korkmadan,
acı duymadan hatırlatır servi, usulca ve bir yandan coşkuyla getirir şehadet. Bir
medeniyetin inancını taşıyarak dallarında yükselir göğe ve Süleymaniye’nin
toprağıyla bağlar mavi gökyüzünü. Belki de bir başka sebepse servinin
İstanbul’un şifalı sularını kana kana içerek serpilmesidir. Kara kavak bu
fırsatı hiç bulamamıştır su sızdırmayan egzozdan kararmış betonlardan ötürü.
Şimdiyse ne çınar
dikiliyor ne servi… İstanbul’lu bitmek bilmez bir yasta, ölümün çürük kokusuyla
sarhoş olmuş durumda. Sokaklardan geçmiyor maniler okuyan satıcılar,
uyandırmıyor bizi sahura davulcular, bilmiyor gençliği onu çevreleyen
medeniyeti, dinlemiyor çınarın tanıklık ettiklerini. Bir umut deriz, belki de
İstanbul’dur büyüten bu kara kavakları dört bir yanda, acısının fark edilmesi
için çığlıklar atıyordur ancak ne tanıklık edebilecek bir çınar kalmıştır
şehirde acısına, ne de sesini dallarıyla gök kubbeye uzatacak bir servi.
Geceleri düşümüzde Valide’nin rüyasını göremiyoruz, artık düşlerimizin yerini
karanlıktan duvarlar almış.
Her İstanbullu az
çok şairdir, efsunlu bir şehirde yaşar.
“Yazık ki bu şiir dünyası artık eskisi gibi hâkim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor. Paris, Hollywood –hatta dünkü Peşte ve Bükreş- İstanbul’un ışıklarını içimizde her gün biraz daha kıstılar. Ne çıkar ki İstanbul’un semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi gülü bir gün bizi elbette çağıracak.”
Tanpınar’ın kaleme
aldığı bu dizeler büyük bir medeniyetin büyüleyen tarihine duyduğu akıl almaz
hasretin ve topraktan yükselmeye çalışan cılız bir umudun en çıplak haliyle
önümüze serildiği dizelerdir. Çocukluğunda bir Arabistan şehrinde tanıştığı
ihtiyar kadına imrenir fakat iyileştirebilecek miyiz İstanbul’u sayarak şifalı
sularını?
Belki de söylenen
sözlerin, işitilenlerin kalabalığı arasında kara kavağın tırnaklarından kurtulmanın
zahmeti, öldürücü zehrinden karınlarımıza giren sancıları bir yana ölümden
sonra doğumu, dirilişi temsil etmesinin değeri vardır. Kim bilir, belki
şanslıysak İstanbul’la, İstanbul’da, Gök Kubbe’den şahit olabiliriz.
Çırçır, Karakulak,
Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder