15 Nisan 2020 Çarşamba

Kavak Ağacından İstanbul'a Bir Bakış.

                                      

                                            Kavak Ağacı

İçimde yalnız ve yapraksız
Bir kavak ağacı büyüyor -Çıplak ve göğe doğru-
Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzun
Bir ağlama duvarı bu.
Erdem Bayazıt, Karanlık Duvarlar. 
   Mağaraların duvarlarına boyanan figürlerden Golding’in adasına, Hugo’nun giyotin sehpasından Yahya Kemal’in Gök Kubbesi’ne kadar uzanan cılız bir fısıltı taşınıyor rüzgârla kavağın yaprakları arasından. Kulağımıza uzanana dek Woolf’un odasından, Macbeth’in cadı kazanına, Raskolnikov’un hücresine uğrayan bu fısıltı daimi bir emele sahip. Hikâyesini anlatmak… İnsanoğlunun ilk sorularını sorduğu zamandan mürekkebini akıttığı ilk kâğıtlara kadar uzanan bu istek bizlerde ninelerimizin dizinin dibinde binbir gecenin masallarını dinleyerek kendini gösterir. Tanrı, güneş, rüzgâr, ateş ve ağaçlar… Bizlere eskilerin ilk sorularını, korkularını, kahkahalarını taşır hikâyeler arasında seyahat ederken.
    Melodilerini rüzgârla çalışma masalarımıza taşıyan kavak ağacının da anlatılmaya değer, köklerini bereketli topraklara salmış bir hikâyesi vardır. İstanbul’da sıklıkla görebileceğiniz kavak ağacının hikayesi bizlere Phaeton’un mezarından çıkarak Bayazıt’ın dizelerinden ulaşır. Söylenen odur ki titanlardan Helios’un -güneş tanrısı- Phaeton isminde bir oğlu, Heliadlar olarak nam salmış kızları varmış. Anneleri Klymene ise Phaeton büyüyünceye dek babalarının kim olduğunu gizleyen bir titan tanrıçasıymış. Günler günü kovalamış ve Phaeton babasının kim olduğunu, Güneş Tanrısı olduğunu öğrenmiş, ispatlaması için arabasını istemiş babasından. Kaynaklardaysa bu araba Tanrı’nın güneşi doğudan batıya doğru taşırken kullandığı düşünülen araç olarak geçer. Helios arabasını oğluna kendisini ispatlamak için gönülden olmasa da vermiş. Phaeton ise bu aracı gerektiği gibi kullanamamış ve felaketlere yol açmış. Bu duruma son vermesi gerektiğinden Zeus olaya dâhil olmuş ve yıldırım fırlatarak Phaeton’u öldürmüş. Biricik kardeşlerinin ölümüne çok üzülen Heliadlar kardeşlerinin mezarının başından dört ay boyunca ayrılmamış, durmaksızın ağlamışlar. Ağlamaktan, yas tutmaktan zaman kavramını yitiren kız kardeşlerden büyük olanı, Phaethus yere kapanmak istemiş fakat hareket edememiş. Küçük kardeşi Lampeti ise yardım etmeye çalışmış ancak aynı durumdaymış. İkisi de hareket edemez haldeymiş, kolları ve bacakları dallara, bedenleriyse kütüğe dönüşmeye başlamış. Kuruyan gözyaşları güneş ışığıyla katılaşmış, altın gibi parlayan kehribarı oluşturmuş. Kardeşlerinin yasını dört ay boyunca ağlayarak, Tanrı’lara yalvararak tutan kız kardeşler sert kabuklu, kapkara ağaçlara dönüşmüşler. Kara kavaklara… Renginden, matem tutan kız kardeşlerin yüreklerinde filizlendiğinden kara kavak olarak adlandırmış eskiler.
Kara kavağa dönüş hikâyesi.
    Antik Yunan’da acıyı temsil eden bu ağaç olabildiğine kibirlidir. İnatla gökyüzüne uzanır, söğüt ağacı gibi belini bükmez. Uzak mesafelerden baktığınızda bile kolaylıkla fark edilebilecek bir yapıya sahiptir boyundan ötürü. Meyve vermez ancak dalları arasında dans eden rüzgârla besteler yazar. Sert kabuğu vardır, kolay kolay darbe almaz. Tıpkı korkularımızın bizleri pençesine aldığı gibi toprağı kökleriyle sarar, sökülmesi zahmetlidir. Biz ademoğlunu geceleri ağrıdan kıvrandıran sancılar gibi…
    Mağaralara figürler çizen atalarımız gibi başlarız yaşama. Çocukken dünya bizler için merak uyandıran, sorularla dolu olduğumuz yerdir. Çevremizi tanıdıktan, mağaranın dışına ormana doğru ilk adımlarımızı attıktan sonra “Neredeyim ben?” suali kim olduğumuza dair sorgulamalara döner. Heidegger’in ifadeleriyle, dünyaya fırlatılmış insan amacını aramaya koyulur. Bir soru, iki soru, üç soru… Gece yastığa başını koyan her aklı başında insan ilk sorusunu sorar -Neden?- ve artık aklını kaybetmiştir.
    Doğru cevaba ulaşma arzusuyla yanıp tutuşan bizler için doğru cevabın var olmadığını fark ettiğimizde, doğru cevabın imkânsızlığını gördüğümüzde her şey için çok geçtir. Bazılarının bilmeye duyduğu açlık, bazılarımızın talihsiz sevdaları, kimilerininse onurlu yaşama mücadeleleri… Soluklanmak için oturup derin bir nefes alarak düşündüğünüzde yaşamımızdaki her şeyin ardında kavak filizleri bıraktığını görürüz.
   Yaşadığımız acılar olabildiğine kibirlidir, en talihsiz kimse biziz sanarız. Kızıl gözyaşlarıyla suladığımız, biz büyüdükçe bizlerle beraber içimizde büyüyen acılar fark edilmek için boğazımızı tırmalar, tırnaklarını inatla geçirir. Hayatımızın ev-okul-iş üçgeninde hapis yattığımız, içimizde filizlenen kavağın melodilerinden bîhaber geçirdiğimiz dönemlerinde köklerini salar. Ağlayışlarımızın sesi yükseldikçe, Heliadların dört ayı bittiğinde dallarıyla sarar kara kavak. Artık kavak içimizde mi yoksa bizler kara kavağın kendisi miyiz söylemek mümkün değildir.
    Sayfaları çevirdikçe hikâyemizde, yalnız ama küskün bir kavağa dönüşürüz. Yalnız ama küskün ve uzun, güçlü bir kavak ağacı büyür her birimizin içinde. Hikâyesini anlatmakta kararlı, kimsenin bilmediği köşelerine tercüman, inatçı melodilerini yayan… Mağaranın dışına attığımız ilk adımda, güneşle ilk karşılaşmamızda başlıyor filizlenmeye. Ölümümüze kadar takip ediyor bizi.
    Fethettiği gönüller sadece bizlerle de sınırlı kalmıyor kara kavağın. Bir bir şehirlerin ruhuna kabuğundan kara bir bulut gibi çöküyor, filizlerini saçıyor meydanlara, başında tepsisiyle simit satan çocukların ayak bastığı her sokağa. Sokaklar caddelere dönüşene, çarşıların yerini alışveriş merkezleri alana dek… Ben Yüzyılı’ndan fazlasıyla nasibini almış, gençliğinde delicesine akan kanı durulmuş, unutulmuş şehir İstanbul da kavağın pençelerinde. Tarihin en eski şehri, sevginin imzasını attığı İstanbul’dan; gri hayaletlerin, yalnızlığın başkenti olan İstanbul’a uzanan şüpheyle harmanlanmış bir korku yatıyor.
   Acı çekiyor İstanbul, beton sitelerle reklam afişleri arasında, feleğe küfredenlerle her akşamını bir başka restorandan yiyerek geçirenlerin melodilerini taşıyor kış rüzgârlarıyla. Bir cephede yoksulluk yalnızlığı dansa kaldırmış, son moda hareketlerle kıvırtırken diğer yanda sıcacık evindeki kasasına her gün bir tomar para atanlar İstanbul’un nabzını yavaşlatıyor, nefeslerini seyrekleştiriyor. Belki de sorun insanların birbirlerinin yüzüne bakmayı bırakmasıdır konuşurken, belki de gökdelenlerde komşuluk yapmanın imkânsız olduğundandır. Bilinmez, dile gelmez ki şehir, sözcüklerini yutalı çok olmuştur.
   Neydi Eski İstanbul?
  “Eski İstanbul bir tertipti.” der Tanpınar, Beş Şehir’inde. Büyük küçük, mânalı mânasız, eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin…
   Boğaziçi’nde sabah, Çamlıca Tepeleri’nde akşam saatleri, öğlenleri Eyüp… Her semti ayrı bir ruha, ayrı bir inceliğe sahip, zenginin fakirin beraberce eğlendiği, sokaklarda aydınlığın satıldığı bir şehir: İstanbul. Nefes alan, bütünüyle tüccarını, âlimini, gayrimüslimini, kadınını, çocuğunu saran şifa kenti…
   Mahallelerde satıcıların maniler söyleyerek gezdiği, lambacıların aydınlık sattığı bu güzel şehrin hem semtinde bir başkayızdır. Hamlesi yarı yolda kalmış Paris taklidiyle Beyoğlu hatırlatırken bizlere yoksulluğumuzu, Fatih gösterir görkemini Süleymaniye’den akan tarihle Bozboğan’a. Bir başkadır hisarlardan izlemek boğazı, içi bir hoş olur insanın dolanırken Merkezefendi’nin sokaklarında.
   "Nice revnaklı şehirler görünür dünyada/Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan." mısralarını İstanbul şairi, belki bir gün penceresinin önünden geçen lambacının manisini duyduğunda, belki Eyüp’te sabah namazı sonrası, belki de Üsküdar’dan Süleymaniye’yi seyrederken ya da çarşılarında gezerken yazdı.
    Diğer dünya şehirleri gibi doğayı gölgeleyen mimarisi yoktur İstanbul’un, aksine doğayla mimari beraber zuhur eder. Öyle ya, Eski İstanbul’da her caminin başına bir çınar, bir servi dikilirmiş: Yeşilliklerin arasından bizlere göz kırpan Süleymaniye ve yanı başındaki servi ağacı. Çınar ve servi ağacının hüküm sürdüğü dönemleri Eski İstanbul’dur, yerini içten çıkan yangın sonrası kara kavaklara bırakmıştır.
    Fatih’in, Kandilli’nin, Bebek’in sırtlarının ihtişamını arkasına alarak yükselen ve köklerini şifalı suların gezindiği topraklara salmış çınarsa dikilen ağaçlardan biridir. Her caminin yanı başına, her köşeye dikilen bu ağaç yüzyıllarca şahitlik etmiştir bir medeniyetin yükselişine. Ondan öncesi Yunan’da, Roma’da çınarın gölgesi kanunların uygulandığı, otoritenin simgesi bir merkez olmuştur. Yeryüzünün en yaşlı tanıklarındandır çınar ağacı. Yüzyıllarca yaşar, gölgesinde saklanır yıllar ve dinlenir nice âşıklar.
1950 yılından Süleymaniye Camii.
    Ölüm bile Eski İstanbul’da başka bir kokuya sahiptir, matemin rengi iç karartmaz, aksine servi gibi şehadet getirir. Çokça dikilen servi ağacı da tıpkı kara kavak gibi renginden, sertliğinden ötürü ölümü, matemi temsil eder fakat servi yalnız değildir kavak gibi. Sürüklemez insanları acıdan inlerken yollarından, uyandırmaz geceleri uykularından. Şüphesiz ki başta Süleymaniye olmak üzere camilerin etrafına dikilmesinin de sebeplerinden biridir. Caminin avlusundan baktığımızda masmavi denize, görürüz servi ağacını. Süleymaniye’de yaşamın nahoş yüzünü, ölümü hatırlatan tek parçadır. Servi de kavak gibi sert kabuklu ve uzundur. Adeta gökyüzüne uzanır, şehadet parmağını kaldırır gibi görünür uzaktan. Belki de kavaktan ayıran sebeplerden biri de budur, ölümden korkmadan, acı duymadan hatırlatır servi, usulca ve bir yandan coşkuyla getirir şehadet. Bir medeniyetin inancını taşıyarak dallarında yükselir göğe ve Süleymaniye’nin toprağıyla bağlar mavi gökyüzünü. Belki de bir başka sebepse servinin İstanbul’un şifalı sularını kana kana içerek serpilmesidir. Kara kavak bu fırsatı hiç bulamamıştır su sızdırmayan egzozdan kararmış betonlardan ötürü.
  Şimdiyse ne çınar dikiliyor ne servi… İstanbul’lu bitmek bilmez bir yasta, ölümün çürük kokusuyla sarhoş olmuş durumda. Sokaklardan geçmiyor maniler okuyan satıcılar, uyandırmıyor bizi sahura davulcular, bilmiyor gençliği onu çevreleyen medeniyeti, dinlemiyor çınarın tanıklık ettiklerini. Bir umut deriz, belki de İstanbul’dur büyüten bu kara kavakları dört bir yanda, acısının fark edilmesi için çığlıklar atıyordur ancak ne tanıklık edebilecek bir çınar kalmıştır şehirde acısına, ne de sesini dallarıyla gök kubbeye uzatacak bir servi. Geceleri düşümüzde Valide’nin rüyasını göremiyoruz, artık düşlerimizin yerini karanlıktan duvarlar almış.
   Her İstanbullu az çok şairdir, efsunlu bir şehirde yaşar.
  “Yazık ki bu şiir dünyası artık eskisi gibi hâkim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor. Paris, Hollywood –hatta dünkü Peşte ve Bükreş- İstanbul’un ışıklarını içimizde her gün biraz daha kıstılar. Ne çıkar ki İstanbul’un semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi gülü bir gün bizi elbette çağıracak.”
  Tanpınar’ın kaleme aldığı bu dizeler büyük bir medeniyetin büyüleyen tarihine duyduğu akıl almaz hasretin ve topraktan yükselmeye çalışan cılız bir umudun en çıplak haliyle önümüze serildiği dizelerdir. Çocukluğunda bir Arabistan şehrinde tanıştığı ihtiyar kadına imrenir fakat iyileştirebilecek miyiz İstanbul’u sayarak şifalı sularını?                                                                         
   Belki de söylenen sözlerin, işitilenlerin kalabalığı arasında kara kavağın tırnaklarından kurtulmanın zahmeti, öldürücü zehrinden karınlarımıza giren sancıları bir yana ölümden sonra doğumu, dirilişi temsil etmesinin değeri vardır. Kim bilir, belki şanslıysak İstanbul’la, İstanbul’da, Gök Kubbe’den şahit olabiliriz.
  Çırçır, Karakulak, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder