20 Mayıs 2020 Çarşamba

Hakan Günday, Daha Kitap İncelemesi.


                              Ege’de Bir Doğu Masalı

“Babası bir insan kaçakçısı, Gaza da onun çırağı. Henüz dokuz yaşında. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta.”
    Sabahattin Ali’nin Ömer’inin iradesini avuçlarının içinde renksiz, şeffaf bir bilyeymişçesine döndüren şeytanına yakarışıyla başlar Gazâ’nın hikâyesi. Omuzlarının üzerinde benimki gibi hummalı bir baş taşıyan insanlardan korkulmalıdır, demişti Ömer şeytanına. Kurbağası el değiştirene, Dordor ve Harmin’den geriye Taliban’ın bombalarından ne kalmışsa o çukurun içinde her yeri toz toprak –ve kim bilir belki talaş- olana değin yuvarlanan Gazâ da on altı yıl boyunca taşımıştı hummalı başını. Dünyanın bir ucundan, bir ucuna… Depodan, hangara… Dokuz yaşında minik bir çocuk, son akşam yemeğinin servis edilmesini, kanlı dişleriyle ekrana gülümsemeyi bekleyen yamyamların arasında büyüyecekti.
    Klasik masallarda ve tiyatro eserlerinde, yazarlar okuyucunun masumiyetini, asillik atfettiği sanat sahnesini aralarına talaş girmiş tırnaklardan korumak için sahnede göstermez yeryüzünün hiçbir çirkinliği… İnsana yakışmayan, vicdanları titretecek hangi kanlı eylem varsa sahnenin gerisinde, gözlerden ırak köşelerde gerçekleşir. Bizlerden olabilecek en uzak köşelerde, yeryüzünün unutulmuş ve umursanmamış köylerinde gerçekleştikleri için, uykularımızda aç kurtlar gibi bizleri avlamak emeliyle pusu kurmuş insanlık dramlarını olmamış sayarız. Görmezden gelmeyi, Kandalıların yaptığı gibi yanlış hatırlamayı seçeriz.  Orta Doğu’daki mezhep savaşlarından, Taliban’ın radyo yayınlarından sonra bombalanan okullardan, gerilla olmaları için ailelerinin daha on ila on iki yaşlarında ellerine silah verdiği, öldürmeyi öğrettiği kürt çocuklarından, savaştan kurtulmak uğruna canını insan kaçakçılarına teslim edenlerden… Hepsinden kaçmayı isteriz, hepsinden kaçmayı beceririz. Başka bir şansımız olmadığı için, Ahad’ın “Ya ben, ya o!” demesi gibi… Ya bizler hatırlayacağız ve vicdanlarımız içimizi çürütecek ya da onlar katillerini seçecek: Taliban’ın on beş yaşında eli silahlı kurbanları mı yoksa onları ‘medeniyete’ taşıyacak olan kaçakçılar mı?
   İşte Gazâ da göçmenlerin Tanrı’larından geriye ne kadar iradeleri kalmışsa onu kullanarak seçtiği cellâtlarından birinin oğlu. Birkaç yıl içindeyse cellâtlardan biri olacak. Kandalı denilen Ege’nin bir köyünde, babası ve klimayı babasına kızdığı için açmadığından havasızlıktan ölümüne sebep olduğu Afgan göçmen Cuma’dan ona kalan kâğıt kurbağasıyla yaşayan bir kazazede. Kazazede… Babası Ahad’ın dünyayı ters döndürüp “Daha.” fısıltılarına evrilmesinden çok önce, doğmadan önce bir kazazedeydi Kandalı’nın dünyaya açılan penceresi. Annesi onu doğduktan sonra gömmeye çalışan, babasının da annesini gömdüğü, onu hamileliği boyunca zincirlediği bir kazazede... Tuvalindeki renkler Ahad’ın direksiyonu uçuruma kırmasıyla aniden değişmişti ancak bütün yaşamı, tutkalla birbirlerine yapıştırılmış karakterlerden ailesini kurmadan önce bir kazaydı. Sonrasındaysa cesetten duvarlar arasında Tanrı’dan kopardığı iradesiyle yönettiği bir film…
   Hakan Günday’ın dünyaya bütün çıplaklığıyla aktardığı bu ‘Doğu Masalı’ Gazâ’nn yakardığı ve linç yasalarıyla beslenen Batı medeniyetlerinin kulağımıza fısıldadığı bir dram hikâyesi aslında. Oyuncuları babasının zorla gerilla kampına yolladığı Felat, bir savaştan bir diğerine kaçan Cuma, doğuştan lider Rastin, Ege’nin lotusları Dordor ile Harmin, kalpsiz iki katil Ahad ile Aruz ve daha yüzlerini karanlıkta yitirdiğimiz nice cesetler olan acımasız, içimizi kaynatan bir film.
    Terör sadece doğudadır, savaş ve kan sadece Avrupalı gazetecilerin ismini telaffuz etmeyi beceremediği Arap şehirlerinde dökülür sandığımız, bizlere “Ya onlar, ya ben!” dedirten bir terazide yaşıyoruz hepimiz. Günday’ın bize çizdiği, Gazâ’nın labirentin farklı olarak bir çıkışı olmayan bu dünya, hepimizi talaşla süpürmeye yeminli. Her şey bir kumaş meselesi, bayraklar, kıyafetler ve adaletin gözünü kör eden bez parçası… Kumaş için öldürüyor, kumaş için yaşıyoruz, “Boğaz’ımızdan” geçenleri yutmaya çalıştığımız bir dünyada. Beceremeyenlerimizse Gazâ’nın Toz Sokak’ta bıraktığı ayak izlerini takip ederek vicdanlarını tükürmek ve derin bir nefes alabilmek için oradan oraya rüzgârla sürükleniyor.
   Tahmin edilenin aksine Gazâ masum bir çocuk değil, o erken yaşta büyümek zorunda bırakılmış, alfabeden önce suçla tanışmış ve vicdanını kurbağasının yuttuğu bir katil, bir tecavüzcü, bir kurban, bir deli, bir deha ve dahası. Babası bir katil olmasa, annesine engel olmasa doğmayacak olduğu gerçeği boğazına oturan, hayatının sonuna dek çözemeyeceği bir yumru olarak kalan, saptığı her yanlış yolda, dokunacağı her bedende dokunamayacak hale gelene dek onu çürüten belalarla büyümüş bir lanetli. Üstelik uzun yıllar, babasının göçmenleri “AHAD LOJİSTİK-SEBZE VE MEYVE TAŞIMACILIK” tabelasındaki üç beş kelimeye sıkıştırmasına içten içe öfkelenmiş, atacağı çığlığı Lübnanlı göçmenin susturduğu bir lanetli, hem de on yaşından beri alnından silinmeyen ve onun görebildiği, hissedebildiği sadece Dordor ile Harmin’e anlattığı sırrıyla yaşamak zorunda olanından.
   Çocuk kalbi de silmek isterdi yaşadıklarını, kimi zaman kesmek isterdi hastalıklı başını. Bütün insanlar aynı yöne doğru yürüsün, baloncunun hikâyesi devam etsin isterdi. Büyüdüğünde, gerçek olan tek hayali buydu. Linç kanunlarını öğrenmiş, Amerikan kaptan William Lynch’e teşekkürlerini göndermiş ve linç turizminin ilk –muhtemelen son- yolcusu olarak başlamıştı bütün insanlarla aynı yolda yürümeye. Durmadan, yorulmadan… Günday’ın dediğine göre Gazâ, modern halkların en geçerli kanunu, çoğunluğun azınlığı ezdiği linç yasalarını keşfetmiş ve insanlara aslında dokunmadan iletişimi keşfetmişti. Bazen İngiltere’de bir grup sağcı milliyetçiyle Müslümanları kovalamış, bazen İzmir’de hapishaneden çıkmış bir tecavüzcüyü taşlamıştı. İzmir’de, annesinin cesedini Toz Sokak’ta talaşlara bulanmış bulmasından birkaç ay sonra, insanlara dokunalı seneler geçmişken yanından koşarak arkasındaki gruptan kaçan, linç edilen tecavüzcüyü kovalayan grupla bir yöne doğru -tıpkı çocukken kurduğu hayallerindeki gibi-  kısa filminin devamında olması gerektiği gibi koşarak başlamıştı linç yolculuğu.
    Bütün insanlar, bütün Müslümanlar, Yahudiler, milliyetçiler, teröristler, solcular, komünistler... Hepsi aynı yöne doğru, bir amaçla koşuyor Daha’nın dünyasında. Bir ayağı doğuda, bir ayağı batıda bir köprüyü çiğneyerek gidecekleri yere, taşlayacakları kimselere dörtnala koşuyorlar. Satırlarının arasında gizlenen ve sayfalarda ilerledikçe yüzümüze vurulan tek bir gerçek için koşuyorlar: Gücün Gücü. Bu, Gazâ’nın yazdığı pek de bilimsel olmayan Depo Ülkesi’nin tanrısının ağzından makalenin adı değil aslında, oradan oraya iradesini Tanrı’sına teslim ederek koşuya başlamış bütün insanların kalplerinin atma, dünyanın dahası olmasının sebebi.
   Masallar sadece kitaplarda yaşanır sananlara, Amok koşusu asla bitmeyeceklere, öfkesi ruhunu yutanlara, Taliban’ın pazarladığı kızlara, Amerikan’ın, Fransız’ın kamerasını doğrulttuğu savaşlara, küçük bir çocuğun masumiyetini asla taşıyamamış, boğazına zehir dayanmış kazazedelere yazılmış bir kitap. Daha fazla ne yaşanabilirdi ki?
  Tükür, tükür ve tükür!
Bamyan Vadisi, Afganistan.
   Gazâ, daha fazla dayanamadı damarlarından akan morfin sülfatın yakıcılığına, vicdanını uyuşturması yeterli değildi. Onun, vicdanını ve kendisini yok etmeye, elmayı ısırarak cennetten kovulmaya ihtiyacı vardı. Tükürmeliydi vicdanını, taşmalıydı kutusundan, haykırmalıydı öfkesini alnındaki izi yanarken. Yıllarca yaptıklarını, cesetten tabutta geçirdiği on üç gün beş saati unutmalıydı.
      Daha! Daha! Daha!
   Daha fazla dayanamadı Gazâ. Senelerce onu omzunun üstünden izleyen lotus Budalarına vardığında, Cuma’ya hak ettiği cenazeyi vermiş, Cuma’nın bedenini olmasa da vicdanında taşıdığı cesedi gömmüştü.
  Daha! Daha! Daha!

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Başucu Denemelerimden-24/02/2020


                      Uçan Arabam

   İlkokuldayken ben, Türkçe çalışma kitabımızda bir alıştırmamız vardı, geleceği nasıl gördüğümüzü resmedecek, okula gelip tahtada ödevimizi anlatacaktık. Ben okulu çok seven, günü gününe ödev yapan, az biraz annesinin öğrettiği kadarıyla çizim yapan bir çocuktum. Ödevimi eve geldiğimde masanın başına geçip bütün akşam özene bezene yapmış, hayallerimi çizmiştim. Ertesi gün okuldaysa gururla anlatmıştım geleceği nasıl gördüğümü. Tabi, o zamanlar çok fazla çizgi film izleyen hayalperest bir çocuktum, uçan arabalar, uzay trafiğini resmetmiştim çizgi filmlerden, filmlerden gördüğüm kadarıyla. Geleceğin bizler için parlak, fırsatlarla dolu olduğunu düşünüyor, gelecekteki uçan arabamı tasarlıyordum.
   O zamanlar haber takip etmiyordum, 2009 yılında, ben daha ilkokul birinci sınıf öğrencisiyken liseli Münevver Karabulut ‘u tanımıyordum, karşı komşumuzun kızlarını neden okula göndermediğini anlamıyordum. Ailemin şikayetlerinden sonra kızları benimle aynı sınıfta okumaya başlamıştı, uzun sürmedi dördüncü sınıftan sonra okuldan tekrar aldılar. Anlamadım.
   Haberim yoktu zamanın emniyet müdürünün “kızlarına sahip çıksalarmış” açıklamasından. Zaten haberim olsa da anlamazdım. Bir yirmi beş boyum, rengarenk boya kalemlerim vardı, Jules Verne okur, Ay’a Yolculuk kitabında hayal ederdim kendimi. İleride doktor olmak istediğimi düşünür, doktorculuk oynardım annemle. Sonra zamanla önceliklerim, hayallerim değişti.
   2009 yılından 2020’ye tam on bir yıl geçti ve bugün bizler hala Münevver Karabulut haberleriyle uyanıyor, liseli kızların, üniversiteli gençlerin ve boşanmak isteyen annelerin cinayetlerine tanık oluyoruz. On bir yıl önce geleceğe dair parlak umutlarıyla bakan küçük bir kızken, sınıf arkadaşlarım da benim gibi uçan arabalara binmek için heyecanlıyken on bir yıl sonra geldiğimiz yeri görmek sadece hayal kırıklığına uğratıyor insanı.
   Bugün dünyanın bir ucu teknolojide, sanayide devir atlarken bir ucunda kız çocukları hala okula gönderilmiyor. Zorla kapatılıyor, zorla kendilerinden yaşça büyük erkeklerle evlendiriliyor, satılıyor, sistematik istismara uğruyor, bedeninden utandırılıyor. İran’da genç kadınlar saçlarını örtmeden dolaşamıyor, Pakistan’da Taliban teröründen kızlar okula gidemiyor, Tayland’da, Endonezya’da seks işçiliğine zorlanıyor. Türkiye’de… Güzel ülkemdeyse kızlarımız bugün hala varlıklarına karşı bilinçsiz. Kızlarımız hırslı olmamaları öğretilerek yetiştiriliyor, ataerkinin içinde kayıp gidiyor. Çok azımız sesini çıkarma yolunda başarıya ulaşabiliyor.
    Bizlerin bugün Türk gençleri olarak vatana karşı sorumluluğu, iyi bir vatandaş olma görevi var. Ancak bu görevle beraber biz Türk kadınlarının toplumumuzda ve dünyada, Endonezya’da, Afganistan’da, Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da, kapalı kapılar ardından seslerini duyuramayan kız kardeşlerimize karşı da sorumluluklarımız var. Bugün biz kadınların, kimlikleriyle bedenlerinin farkında olmaya, seslerini olabildiğine yüksek çıkarmaya, içerisinde bulunduğumuz bedenimizi ayıplayan ve bastıran ataerkilliğe karşı haykırmaya ihtiyacı var.
   Van’da okula gönderilmeyen Zehra için, Bitlis’te kuzeniyle evlendirilen Ayşe için,  İran’da başını örtmediği için tutuklanan Masih için, Japonya’da tecavüze uğrayan Yoshiko için…
   Tek yapmamız gereken farkında olmak. Okumak, kendimizi ve çevremizi tanımak, kendi adımıza konuşabilmeye cesaret etmek…
  Yalnız olduğumuzu düşünüyoruz, oysaki nüfusun yarısıyız.

28 Nisan 2020 Salı

Öğretmenlerime Mektup 05/02/19


                                            Öğretmek Kutsaldır

                                                                                                 Emektar Öğretmenlerime.
    Öğretmenlik kutsal bir meslektir deriz, her yıl 24 Kasım’da emektar öğretmenlerimizi Atatürk’ün “Öğretmenler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır.” sözleriyle kutlar, teşekkür eder, minnetimizi belirtiriz.  Ancak bütün öğretmenlerin milyonlarca öğrencinin minnetini hak edip etmediğini hiç düşünmüş müydük? Öğretmenlik miydi kutsal olan yoksa öğretmek miydi, bu soruları hiç sormuş muyduk?
   Bazı akşamlar babamla karşılıklı oturur ve sohbet ederiz, bana çocukluktan başlar askerliğe kadar bütün anılarını tekrar tekrar anlatır, eski arkadaşlarını, eski okulunu en ufak detayına kadar hatırlar, bütün akşamı bu şekilde geçiririz.  En az iki üç saat boyunca anılarını bayıla bayıla anlatır babam, ben de oturur heyecanla anılarının sonunu, çıkardığı dersleri dinlerim.  Son zamanlarda ise bir şey dikkatimi çekiyor. Babam arkadaşlarıyla gittiği bilardo salonlarındaki masaların rengini dahi hatırlarken çoğu öğretmeninin soyadını hatırlamıyor ya da yanlış hatırlıyor.  Bu detayı fark ettiğimde oturdum ve düşündüm, ilkokuldan bu yana öğretmenlerimi tek tek saymaya çalıştım, pek başarılı olamadım, neredeyse hepsinin yüzleri hafızamda bir yer etmiş olsa bile pek çoğunun adını hatırlamıyordum.
    Haftanın beş gününün sekiz saatini okulda geçirir, kulüp faaliyetleriyle on, belki on iki saatimizi koridorlarda geçirir, okulu ikinci evimiz belleriz. Kendimizi ne kadar ait hissettiğimiz noktası biraz bulanık da olsa üniversite hazırlığına başlamış öğrenciler neredeyse okulda yatıp okulda kalkar duruma gelir. Durum böyleyken yıllar sonra nasıl ikinci evimizle bağımızı kesebilir, her teneffüs çözemediğimiz sorularımızı götürdüğümüz öğretmenlerimizi unutabiliriz, kendimizi bu koridorlara tam olarak ait hissedemeyiz? 
   Öğretmenlerimizin bizlere sadece müfredatı, başımızda üniversite sınavına geri sayım yaparak anlatması, hatalarımızı öğretici bir derse çevirmek yerine çoğu zaman cezalandırması, bizleri motive etmek yerine ağır bir stres altına sokması bu sorulara cevap olarak verilebilir. Temeldeki sıkıntı, yıllar sonra bütün isimlerin birbirine karışması, zihnimizde bütün yüzlerin bulanıklaşmasının sebebi çoğu öğretmenimizin bize sadece müfredatı anlatıyor oluşu, hatırlanmak, bizlerde iz bırakmak ve geleceğin yeni nesillerini oluşturmak için bir şey yapmıyor oluşudur.
   Öğretmek, sadece üniversite sınavına hazırlamak, öğrencinin netlerini arttırmak ya da maaş almak için okulda derslerde akıllı tahtadan sunum açarak zaman öldürmek değildir. Bunlar elbette bir öğretmenin görevidir (Üniversite sınavına tam teşekküllü hazırlanmamızı sağlamak.) ancak gelecek nesillerimizi yüceltecek, vatana hayırlı evlatlar haline getirecek bilgiler bunlardan ibaret değildir. Öğretmek her şeyden önce öğrenciye kendisini kanıtlaması için, yeteneklerini, alanlarını keşfetmesi için yardımcı olmak, sosyal faaliyetlerde bulunması, yazması, okuması için teşvik etmektir. Nasıl yazılacağının, nasıl okunulacağının yolunu çizmektir. Nasıl kalem tutacağını göstermektir öğrenciye. Gerçekten iyi bir öğretmen olabilmek öğrenciye dokunabilmeyi gerektirir, haftanın beş gününü okulda geçiren bu öğrencinin en çok gördüğü insanlar olarak öğretmenlerimizin görevi bizlere doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilmenin yolunu çizmektir.
   Her ders bir şiir okumak mesela, öğrencinin sahip olduğu stresi sınav kaygısından, başarısızlık korkusundan bahsederek arttırmak değil de bir Kafka, Dostoyevski, Tanpınar kitabından bahsetmek… Öğrencinin ilgi alanına göre onun mesleki yönlendirilmesine, kulüplerle yeteneğini icra edebilmesini sağlama, öğrencileri tanıma…
   Öğretmenlik değil, öğretmek, öğrenciye dokunabilmek, tanıyabilmek, potansiyelini fark edebilmek kutsaldır, büyük bir sorumluluğu üstlenebilmeyi gerektirir. Herkes sunumlardan konu anlatabilir, fizik sorusu çözebilir ancak herkes yıllar sonra onları hatırlayacak, yazdıkları her yazıda okuma yazmayı öğrettiği,  yazmaya teşvik ettiği ve fark ettiği için minnet duyacak öğrencilere sahip olamaz.
   Kendisini mesleğine adamış, emektar öğretmenlerime, şu an olduğum yere gelebilmemi sağlamış bütün öğretmenlerime yazmayı devam ettirmeyi, öğrenmeyi, okumayı ve sorgulamayı borç bilirim. Teşekkür ederim.

16 Nisan 2020 Perşembe

Orman Fablı, 2016 Bilgi Evleri Yarışması Birincisi.


                               Kızıl Pelerin                               

   Hayvanların içini sımsıcacık eden bir hava vardı ormanda. Günlük işleri yetiştirme telaşı her zamanki gibi devam ediyor, tavşanlar bir oraya bir buraya doğru koşuşturuyordu. Baykuş Gazetesi'nin dağıtıcıları İkiz Baykuşlar gülümsemeye çalışıyor ancak alınlarından akan ter damlaları buna hiç de yardımcı olmuyordu. 
   Derken gazeteler bitmeye yüz tutmuş ve eve dönme vakti gelmişti İkiz Baykuşların. Son ağaç kümesini de geçip Kızıl Tavşan'a ''Aslan Kral ve Egosu'' başlıklı gazeteyi teslim ettikten ve tavşanın saygı konulu, aslan krallığını kötüleyen nutuklarını dinledikten sonra eve dönebileceklerdi.
   Kızıl Tavşan bembeyaz tüylerinin ara ara kızıla çalmasından dolayı bu ismi almıştı ancak ormanın aslan krallığına yakın taraflarında Huysuz Tavşan olarak tanınırdı. Göl sakinlerinin ona Evhamlı olarak hitap etmesine karşın yeraltı hayvanları ona Kızıl Pelerin der, çokça severdi.
   Elbette ki seveceklerdi: Kızıl Pelerin onları hor gören ve fare ailesine ''Patinin çamuruyla büyük işlere bulaşma!' diyen Aslan Kral'a her daim karşı gelirdi. Saygı ve sevginin hayvan topluluğunu geleceğe bir adım daha yaklaştırdığını söyler, protestolar ederdi.
İşte bu yüzden orman halkının büyük bir çoğunluğu Kızıl Pelerin'i hiç mi hiç sevmez birilerini teselli ederken ''Aman canım sen de! Kızıl Pelerin gibi değilsin en azından, şükret haline.'' derlerdi. Başlarda bu durum Kızıl Pelerin'i çok üzer, o da suçu kendisinde arar ve hayvanlar onu sevsin diye türlü türlü planlar üretirdi. Ancak şimdi kim olduğundan ve ne istediğinden emindi. O, Kızıl Tavşan idi. Saygıyı, taşeron işçileri farelerle, Krallık arasındaki eşitliği pekiştirmek istiyordu. Tek sorun henüz bu emelini nasıl gerçekleştireceğini bilmemesiydi. Kendisini on yıl sonra hayvanların yüzlerinde gülümsemeyi eksik etmediği bir ormanda görüyor, bunu başarabileceğine inanıyor ancak yöntemini bilmiyordu. Aslına bakarsanız yöntemini bilmediği gibi vadide saygıyı yayma fırsatının onun patilerine kadar geleceğinden de haberdar değildi. 
  Güneşin ormanı çokça aydınlatmasına rağmen yine son derece kasvetli bir güne uyanmışlardı. Havadaki elle tutulur endişenin ve hüznün sebebini çok geçmeden öğrenmişlerdi. Kral'ın kızı Prenses Kabarık Yele, tedavisi sadece Kral'ın amansızca nefret kustuğu taşeron farelerinde bulunan fare gribine yakalanmıştı!
Fareler bu hastalığa bağışıklık sahibiydi ancak göz yaşları kullanılarak ilaç yapılabiliyordu.  Aksi takdirde virüs zavallı hayvanı ölümün keskin pençelerine atıyordu. 
   Neredeyse herkes Kral'ın farelerden yardım istemeyeceğini düşünüyor ancak tahtın tek varisi olan evladını ölüme gönderemeyeceğinin de farkındaydı. Şaşkın ve endişeliydi. Herkes kaplanların bu durumdan faydalanıp ormana saldırı düzenlemelerinden korkuyorlardı. 
Ancak Kızıl Pelerin diğerlerine rağmen rahat ve kararlıydı. Kararlıydı çünkü vadiye saygı ve sevgiyi tekrardan nasıl getirebileceğini bulmuş ve bunu uygulamaya koyacaktı. Eşyalarını topladı ve ilk sarmaşık treniyle krallık bölgesine doğru yola koyuldu. Yalnız da değildi, yanında yakın arkadaşı Karbeyaz vardı.
  Karbeyaz, fareler arasındaki en atik ve zeki olanıydı. Daima ne yapılacağını bilirdi. Krallık topraklarına girdiklerinde aslanların fısıldaşmaya Huysuz ve Köle'nin -farelere Köle derlerdi- burada ne işi olduğunu tartışmaya başlamışlardı. Bazıları rahatsızlıklarını belli etmek istercesine sesli sesli hırlamaya başlamıştı. 
  Derken çok geçmeden saraya vardılar, muhafızlara kralla görüşmek istediklerini belirttiler. Bu isteği duyunca oldukça şaşıran aslan gardiyanlar küçümser bir bakış atıp Kral'a haber gönderdiler.
   Bundan sonraki iki saat kızına üzülmekle meşgul (!) Kral'ın görüşme isteklerini onaylamasını beklemekle geçti. Fazlasıyla sıkılmışlardı ancak pes etmemekte kararlıydılar. Can sıkıntısından daima oynadıkları yıldız saymaca oyununu oynuyorlardı ancak heyecandan elliden ileri gidemiyorlardı. 
Neyse ki sonunda Kral isteklerini kabul etti ve görüşme için toplantı salonu adını verdikleri salona doluştular. Heyecanları beklerken olduklarından kat be kat artmıştı. Bir iki dakika içerisinde Kral odaya girmiş ve iki arkadaşa buraya neden geldiklerini sorarcasına bir bakış atmıştı. Kral'ın kızgın bakışlarının yükü altında ezildiğini fark eden Kızıl Pelerin boğazını temizleyerek söze başladı:
''Öncelikle hepinize merhaba demek istiyor ve sevgi dolu dileklerimi sunuyorum. Talihsiz olayı duyduk ve bir şeyler yapılması gerektiğine karar verdik.''
  Salon kahkahalara boğulmuştu ve Kızıl Pelerin kendisini zor tutuyor, bu sırada Karbeyaz doğa anadan sabır dileniyordu. Kızıl Pelerin kararlılıkla konuşmasına devam etti. 
''Evet efendim, doğru duydunuz sizlere yardım teklif etmeye geldik.''
 Kral hışımla ayağa fırladı ve:
''Yeter! Daha fazla küstahlık yaptığınıza şahit olmak istemiyorum, muhafızlar bu iki hadsizi zindana atın!'' dedi.
  İyi bir niyetle buraya geldiklerinden ve aksi bir durumda Prenses'in öleceğinden, bu kibrin yersiz olduğundan, saygının tek temel kural olduğundan bahsederek muhafızlar eşliğinde zindana bir geceliğine misafir oldular. Her ne kadar Karbeyaz büyük bir endişeye kapılsa da Kızıl Pelerin, Kral'ın tekliflerini kabul edeceğinden emin olmanın verdiği rahatlıkla saman döşeğe uzandı. 
  Sabahın ilk ışıklarının zindanın parmaklıklarını aşıp içerisini aydınlatmasıyla muhafızların zindana gelip sert hareketlerle hayvanları Kral'ın huzuruna getirmesi bir oldu. Neye uğradıklarını şaşıran Karbeyaz ve Kızıl Pelerin iki dakika içerisinde salona varmıştı. Kral daha önce hiç görmedikleri kadar çaresiz duruyordu ve söyleyecek epey şeyi olduğu pençeleriyle tuttuğu gergin ritimden belliydi. Kral, Kızıl Pelerin'in zihnini okuyormuşcasına gür bir sesle şunları söyledi:
-cümlenin ortalarına doğru yutkunarak-
  ''Kızıma yardım teklifinizi kabul edeceksem şunu belirtmeli ki bu olayın krallık dışına çıkmasını istemiyorum.''
   Karbeyaz ve Kızıl Pelerin çok sinirlenmişti. Nasıl olur da yardım sağlayacak kişiler onlar olmasına rağmen böyle aşağılayıcı ve bencilce sözler işitirlerdi! Akıl alacak iş değildi. Karbeyaz dayanamadı ve beklenmedik bir hareketle söze daldı:
   ''İtiraz ediyorum! Ben ve arkadaşım bu topraklara eşitlik ve barışı getirme umuduyla geldik, zindanda bulunduğumuz her vakitte  sabrettik. Vazgeçmedik ve bu saatten sonra da vazgeçmeye niyetimiz yok.''
   Karbeyaz da dahil odadaki herkes bu ani çıkışın verdiği şaşkınlık halinden kurtulmaya çalışıyordu. Kral sinirden kıpkırmızı kesilmişti ve gönülsüz bir şekilde Krallık Meclisi'ni toplantıya çağırdı.Yaklaşık iki saatlik toplantının sonucunu beklerken iki arkadaşın yüreği güm güm atıyordu. Nihayetinde kralın sözcüsü toplantı salonunun kapısından çıkan ilk kişi oldu ve sözlerine derin bir nefes alarak gönülsüz bir şekilde -kral kadar olmasa da- başladı:
   ''Uzun süren bir beyin fırtınası sonucu verdiğimiz karar şudur: Krallık Şurası olarak Fare Karbeyaz ve Tavşan Kızıl Pelerin'in yardım tekliflerini kabul ediyoruz.''
   İki arkadaş kulaklarına inanamıyordu. Çok geçmeden Karbeyaz'ın zorla tuttuğu gözyaşları diğer farelere göre oldukça uzun olan bıyıklarından sarayın pahalı halısına doğru süzülmeye başladı. 
Kızıl Pelerin ise kendisini zaferin verdiği uyuşturucu etkisi yaratan hissin kollarına bırakmıştı. Mutluluk gözyaşları döktüğünün çok sonra farkına vardı çünkü meşguldü. Mutluluğun onu götürdüğü uçsuz bucaksız diyarları gezmekle…


15 Nisan 2020 Çarşamba

Kavak Ağacından İstanbul'a Bir Bakış.

                                      

                                            Kavak Ağacı

İçimde yalnız ve yapraksız
Bir kavak ağacı büyüyor -Çıplak ve göğe doğru-
Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzun
Bir ağlama duvarı bu.
Erdem Bayazıt, Karanlık Duvarlar. 
   Mağaraların duvarlarına boyanan figürlerden Golding’in adasına, Hugo’nun giyotin sehpasından Yahya Kemal’in Gök Kubbesi’ne kadar uzanan cılız bir fısıltı taşınıyor rüzgârla kavağın yaprakları arasından. Kulağımıza uzanana dek Woolf’un odasından, Macbeth’in cadı kazanına, Raskolnikov’un hücresine uğrayan bu fısıltı daimi bir emele sahip. Hikâyesini anlatmak… İnsanoğlunun ilk sorularını sorduğu zamandan mürekkebini akıttığı ilk kâğıtlara kadar uzanan bu istek bizlerde ninelerimizin dizinin dibinde binbir gecenin masallarını dinleyerek kendini gösterir. Tanrı, güneş, rüzgâr, ateş ve ağaçlar… Bizlere eskilerin ilk sorularını, korkularını, kahkahalarını taşır hikâyeler arasında seyahat ederken.
    Melodilerini rüzgârla çalışma masalarımıza taşıyan kavak ağacının da anlatılmaya değer, köklerini bereketli topraklara salmış bir hikâyesi vardır. İstanbul’da sıklıkla görebileceğiniz kavak ağacının hikayesi bizlere Phaeton’un mezarından çıkarak Bayazıt’ın dizelerinden ulaşır. Söylenen odur ki titanlardan Helios’un -güneş tanrısı- Phaeton isminde bir oğlu, Heliadlar olarak nam salmış kızları varmış. Anneleri Klymene ise Phaeton büyüyünceye dek babalarının kim olduğunu gizleyen bir titan tanrıçasıymış. Günler günü kovalamış ve Phaeton babasının kim olduğunu, Güneş Tanrısı olduğunu öğrenmiş, ispatlaması için arabasını istemiş babasından. Kaynaklardaysa bu araba Tanrı’nın güneşi doğudan batıya doğru taşırken kullandığı düşünülen araç olarak geçer. Helios arabasını oğluna kendisini ispatlamak için gönülden olmasa da vermiş. Phaeton ise bu aracı gerektiği gibi kullanamamış ve felaketlere yol açmış. Bu duruma son vermesi gerektiğinden Zeus olaya dâhil olmuş ve yıldırım fırlatarak Phaeton’u öldürmüş. Biricik kardeşlerinin ölümüne çok üzülen Heliadlar kardeşlerinin mezarının başından dört ay boyunca ayrılmamış, durmaksızın ağlamışlar. Ağlamaktan, yas tutmaktan zaman kavramını yitiren kız kardeşlerden büyük olanı, Phaethus yere kapanmak istemiş fakat hareket edememiş. Küçük kardeşi Lampeti ise yardım etmeye çalışmış ancak aynı durumdaymış. İkisi de hareket edemez haldeymiş, kolları ve bacakları dallara, bedenleriyse kütüğe dönüşmeye başlamış. Kuruyan gözyaşları güneş ışığıyla katılaşmış, altın gibi parlayan kehribarı oluşturmuş. Kardeşlerinin yasını dört ay boyunca ağlayarak, Tanrı’lara yalvararak tutan kız kardeşler sert kabuklu, kapkara ağaçlara dönüşmüşler. Kara kavaklara… Renginden, matem tutan kız kardeşlerin yüreklerinde filizlendiğinden kara kavak olarak adlandırmış eskiler.
Kara kavağa dönüş hikâyesi.
    Antik Yunan’da acıyı temsil eden bu ağaç olabildiğine kibirlidir. İnatla gökyüzüne uzanır, söğüt ağacı gibi belini bükmez. Uzak mesafelerden baktığınızda bile kolaylıkla fark edilebilecek bir yapıya sahiptir boyundan ötürü. Meyve vermez ancak dalları arasında dans eden rüzgârla besteler yazar. Sert kabuğu vardır, kolay kolay darbe almaz. Tıpkı korkularımızın bizleri pençesine aldığı gibi toprağı kökleriyle sarar, sökülmesi zahmetlidir. Biz ademoğlunu geceleri ağrıdan kıvrandıran sancılar gibi…
    Mağaralara figürler çizen atalarımız gibi başlarız yaşama. Çocukken dünya bizler için merak uyandıran, sorularla dolu olduğumuz yerdir. Çevremizi tanıdıktan, mağaranın dışına ormana doğru ilk adımlarımızı attıktan sonra “Neredeyim ben?” suali kim olduğumuza dair sorgulamalara döner. Heidegger’in ifadeleriyle, dünyaya fırlatılmış insan amacını aramaya koyulur. Bir soru, iki soru, üç soru… Gece yastığa başını koyan her aklı başında insan ilk sorusunu sorar -Neden?- ve artık aklını kaybetmiştir.
    Doğru cevaba ulaşma arzusuyla yanıp tutuşan bizler için doğru cevabın var olmadığını fark ettiğimizde, doğru cevabın imkânsızlığını gördüğümüzde her şey için çok geçtir. Bazılarının bilmeye duyduğu açlık, bazılarımızın talihsiz sevdaları, kimilerininse onurlu yaşama mücadeleleri… Soluklanmak için oturup derin bir nefes alarak düşündüğünüzde yaşamımızdaki her şeyin ardında kavak filizleri bıraktığını görürüz.
   Yaşadığımız acılar olabildiğine kibirlidir, en talihsiz kimse biziz sanarız. Kızıl gözyaşlarıyla suladığımız, biz büyüdükçe bizlerle beraber içimizde büyüyen acılar fark edilmek için boğazımızı tırmalar, tırnaklarını inatla geçirir. Hayatımızın ev-okul-iş üçgeninde hapis yattığımız, içimizde filizlenen kavağın melodilerinden bîhaber geçirdiğimiz dönemlerinde köklerini salar. Ağlayışlarımızın sesi yükseldikçe, Heliadların dört ayı bittiğinde dallarıyla sarar kara kavak. Artık kavak içimizde mi yoksa bizler kara kavağın kendisi miyiz söylemek mümkün değildir.
    Sayfaları çevirdikçe hikâyemizde, yalnız ama küskün bir kavağa dönüşürüz. Yalnız ama küskün ve uzun, güçlü bir kavak ağacı büyür her birimizin içinde. Hikâyesini anlatmakta kararlı, kimsenin bilmediği köşelerine tercüman, inatçı melodilerini yayan… Mağaranın dışına attığımız ilk adımda, güneşle ilk karşılaşmamızda başlıyor filizlenmeye. Ölümümüze kadar takip ediyor bizi.
    Fethettiği gönüller sadece bizlerle de sınırlı kalmıyor kara kavağın. Bir bir şehirlerin ruhuna kabuğundan kara bir bulut gibi çöküyor, filizlerini saçıyor meydanlara, başında tepsisiyle simit satan çocukların ayak bastığı her sokağa. Sokaklar caddelere dönüşene, çarşıların yerini alışveriş merkezleri alana dek… Ben Yüzyılı’ndan fazlasıyla nasibini almış, gençliğinde delicesine akan kanı durulmuş, unutulmuş şehir İstanbul da kavağın pençelerinde. Tarihin en eski şehri, sevginin imzasını attığı İstanbul’dan; gri hayaletlerin, yalnızlığın başkenti olan İstanbul’a uzanan şüpheyle harmanlanmış bir korku yatıyor.
   Acı çekiyor İstanbul, beton sitelerle reklam afişleri arasında, feleğe küfredenlerle her akşamını bir başka restorandan yiyerek geçirenlerin melodilerini taşıyor kış rüzgârlarıyla. Bir cephede yoksulluk yalnızlığı dansa kaldırmış, son moda hareketlerle kıvırtırken diğer yanda sıcacık evindeki kasasına her gün bir tomar para atanlar İstanbul’un nabzını yavaşlatıyor, nefeslerini seyrekleştiriyor. Belki de sorun insanların birbirlerinin yüzüne bakmayı bırakmasıdır konuşurken, belki de gökdelenlerde komşuluk yapmanın imkânsız olduğundandır. Bilinmez, dile gelmez ki şehir, sözcüklerini yutalı çok olmuştur.
   Neydi Eski İstanbul?
  “Eski İstanbul bir tertipti.” der Tanpınar, Beş Şehir’inde. Büyük küçük, mânalı mânasız, eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin…
   Boğaziçi’nde sabah, Çamlıca Tepeleri’nde akşam saatleri, öğlenleri Eyüp… Her semti ayrı bir ruha, ayrı bir inceliğe sahip, zenginin fakirin beraberce eğlendiği, sokaklarda aydınlığın satıldığı bir şehir: İstanbul. Nefes alan, bütünüyle tüccarını, âlimini, gayrimüslimini, kadınını, çocuğunu saran şifa kenti…
   Mahallelerde satıcıların maniler söyleyerek gezdiği, lambacıların aydınlık sattığı bu güzel şehrin hem semtinde bir başkayızdır. Hamlesi yarı yolda kalmış Paris taklidiyle Beyoğlu hatırlatırken bizlere yoksulluğumuzu, Fatih gösterir görkemini Süleymaniye’den akan tarihle Bozboğan’a. Bir başkadır hisarlardan izlemek boğazı, içi bir hoş olur insanın dolanırken Merkezefendi’nin sokaklarında.
   "Nice revnaklı şehirler görünür dünyada/Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan." mısralarını İstanbul şairi, belki bir gün penceresinin önünden geçen lambacının manisini duyduğunda, belki Eyüp’te sabah namazı sonrası, belki de Üsküdar’dan Süleymaniye’yi seyrederken ya da çarşılarında gezerken yazdı.
    Diğer dünya şehirleri gibi doğayı gölgeleyen mimarisi yoktur İstanbul’un, aksine doğayla mimari beraber zuhur eder. Öyle ya, Eski İstanbul’da her caminin başına bir çınar, bir servi dikilirmiş: Yeşilliklerin arasından bizlere göz kırpan Süleymaniye ve yanı başındaki servi ağacı. Çınar ve servi ağacının hüküm sürdüğü dönemleri Eski İstanbul’dur, yerini içten çıkan yangın sonrası kara kavaklara bırakmıştır.
    Fatih’in, Kandilli’nin, Bebek’in sırtlarının ihtişamını arkasına alarak yükselen ve köklerini şifalı suların gezindiği topraklara salmış çınarsa dikilen ağaçlardan biridir. Her caminin yanı başına, her köşeye dikilen bu ağaç yüzyıllarca şahitlik etmiştir bir medeniyetin yükselişine. Ondan öncesi Yunan’da, Roma’da çınarın gölgesi kanunların uygulandığı, otoritenin simgesi bir merkez olmuştur. Yeryüzünün en yaşlı tanıklarındandır çınar ağacı. Yüzyıllarca yaşar, gölgesinde saklanır yıllar ve dinlenir nice âşıklar.
1950 yılından Süleymaniye Camii.
    Ölüm bile Eski İstanbul’da başka bir kokuya sahiptir, matemin rengi iç karartmaz, aksine servi gibi şehadet getirir. Çokça dikilen servi ağacı da tıpkı kara kavak gibi renginden, sertliğinden ötürü ölümü, matemi temsil eder fakat servi yalnız değildir kavak gibi. Sürüklemez insanları acıdan inlerken yollarından, uyandırmaz geceleri uykularından. Şüphesiz ki başta Süleymaniye olmak üzere camilerin etrafına dikilmesinin de sebeplerinden biridir. Caminin avlusundan baktığımızda masmavi denize, görürüz servi ağacını. Süleymaniye’de yaşamın nahoş yüzünü, ölümü hatırlatan tek parçadır. Servi de kavak gibi sert kabuklu ve uzundur. Adeta gökyüzüne uzanır, şehadet parmağını kaldırır gibi görünür uzaktan. Belki de kavaktan ayıran sebeplerden biri de budur, ölümden korkmadan, acı duymadan hatırlatır servi, usulca ve bir yandan coşkuyla getirir şehadet. Bir medeniyetin inancını taşıyarak dallarında yükselir göğe ve Süleymaniye’nin toprağıyla bağlar mavi gökyüzünü. Belki de bir başka sebepse servinin İstanbul’un şifalı sularını kana kana içerek serpilmesidir. Kara kavak bu fırsatı hiç bulamamıştır su sızdırmayan egzozdan kararmış betonlardan ötürü.
  Şimdiyse ne çınar dikiliyor ne servi… İstanbul’lu bitmek bilmez bir yasta, ölümün çürük kokusuyla sarhoş olmuş durumda. Sokaklardan geçmiyor maniler okuyan satıcılar, uyandırmıyor bizi sahura davulcular, bilmiyor gençliği onu çevreleyen medeniyeti, dinlemiyor çınarın tanıklık ettiklerini. Bir umut deriz, belki de İstanbul’dur büyüten bu kara kavakları dört bir yanda, acısının fark edilmesi için çığlıklar atıyordur ancak ne tanıklık edebilecek bir çınar kalmıştır şehirde acısına, ne de sesini dallarıyla gök kubbeye uzatacak bir servi. Geceleri düşümüzde Valide’nin rüyasını göremiyoruz, artık düşlerimizin yerini karanlıktan duvarlar almış.
   Her İstanbullu az çok şairdir, efsunlu bir şehirde yaşar.
  “Yazık ki bu şiir dünyası artık eskisi gibi hâkim değildir. Onu şimdi daha ziyade yabancı daüssılalar idare ediyor. Paris, Hollywood –hatta dünkü Peşte ve Bükreş- İstanbul’un ışıklarını içimizde her gün biraz daha kıstılar. Ne çıkar ki İstanbul’un semtleri bütün vatan gibi orada duruyor; büyük mazi gülü bir gün bizi elbette çağıracak.”
  Tanpınar’ın kaleme aldığı bu dizeler büyük bir medeniyetin büyüleyen tarihine duyduğu akıl almaz hasretin ve topraktan yükselmeye çalışan cılız bir umudun en çıplak haliyle önümüze serildiği dizelerdir. Çocukluğunda bir Arabistan şehrinde tanıştığı ihtiyar kadına imrenir fakat iyileştirebilecek miyiz İstanbul’u sayarak şifalı sularını?                                                                         
   Belki de söylenen sözlerin, işitilenlerin kalabalığı arasında kara kavağın tırnaklarından kurtulmanın zahmeti, öldürücü zehrinden karınlarımıza giren sancıları bir yana ölümden sonra doğumu, dirilişi temsil etmesinin değeri vardır. Kim bilir, belki şanslıysak İstanbul’la, İstanbul’da, Gök Kubbe’den şahit olabiliriz.
  Çırçır, Karakulak, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

14 Nisan 2020 Salı

Öykü, 2019 Yaratıcı Çocuklar Derneği Yarışması Birincisi.


                                    İstanbul Gibi

      Güneşin utangaç yüzünün surların arkasından usulca parladığı, semtin derin uykuda olduğu bir vakitti. Altı sularında, surların dibindeki tarlalarda ve arasındaki patikalarda sırtında kendisinden kat be kat büyük çöp arabasını sürükleyerek yürüyordu. Gün daha başlamamıştı fakat Hasan’ın günleri memleketinden İstanbul’a yedi sene evvel bir nakliyat kamyonunun arkasında yanık bir türkü tutturarak geldiğinden beri saat altı demeden başlıyordu. Oradan oraya, İstanbulluların attığı karton, plastik işine yarayacak ne varsa atılan bütün “çöpleri” topluyor, İstanbul’u turluyordu.
    Haliyle İstanbul’u ve İstanbul’un büyük bir tarihe şahitlik etmiş sokaklarını adım adım dolaşmış, sırtında arabası insanların arasından bir hayaletmişçesine süzülerek işini yapmıştı. Çoğu zaman görmezden gelinmişti, başlarda onu çok üzmesine rağmen alışmış, onun için en iyi olanın bu olduğuna kanaat etmişti. İstanbul’a ilk geldiğinde Halkalı taraflarında, bir karışlık sokakları bir umutla turluyor, insanları, kuşları, kedileri izliyordu. Akşamları kalacak yeri zor buluyordu. Hatta öyle ki kimi geceler İstanbul ayazında parklarda yatmış, gececilerden bazılarını dost edinmişti.
    Derin bir iç çekti Hasan, işe başlamadan önce Yedikule surlarının dibinde, karşı mahallelere bakan toz toprak bir yerinde oturdu ve düşüncelere daldı. Biraz otursam iyi olur, diye düşündü. Ne de olsa bütün gün karış karış Yedikule’yi, Zeytinburnu’nu gezecek, insanların attıklarını yerlerden toplayacak, otobüs durağındaki öğrencilerin öğlene doğru eve dönmek için otobüse binip gidişlerini izleyecekti, ne kadar şanslı olduklarını düşünecekti. Ancak en acısı bunların farkında bile olmadıklarını düşünecek, keşke diyecek ve diyecekti... Oturdu, bağdaş kurdu ve arabasını sağına aldı. İlk geldiği zamanları, belleğinde henüz bulanıklaşmamış anılarını düşündü.
   Yedi sene evvel bir cumartesi sabahı, kırmızı koskoca bir nakliyat kamyonunun arkasında abisi ve köyünden üç arkadaşıyla gelmişti bu yabancı memlekete. On dört yaşındaydı o zamanlar, abisiyle beraber yaşıyordu. Bir saniye bile ayrılmazdı ondan. Abisinin hafızasında henüz taptaze olan yüzünü gözünün önüne getirdi: Kıvırcık karışık saçlar, esmer bir yüz ve tıpkı gözleri gibi kara sakallar. Abisini kaybedeli iki yıl olmuştu ve her hatırladığında burnunun direği sızlardı. Bu sefer öyle olmamıştı ancak, alıştığından mıydı yoksa anılarının yerini bulanık görüntüler almaya başlamasından mıydı emin değildi.  İlk zamanlar abisi bir konfeksiyonda çalışırken Hasan bazı günler onun yanında, bazı günlerse çöp arabasıyla çalışır, gününü geçirirdi. Ekmek parasından fazlasına hiç çalışmamış, birikmişi hiç olmamıştı ikisinin de. Köyden nice umutlarla şehre gelmişlerdi, yaşayan akrabaları ya da anaları babaları yoktu.
     Birkaç yıl oldukça parlak, şehrin kalabalığına, ışıklı caddelere alışmak ve hayran kalmakla geçmişti Hasan için. Kaldıkları dükkândan bozma tek odalı evde olmadığı zamanlarda hayran hayran etrafını izlerdi.  Abisi ona çok kızardı bu yüzden, önüne bak, kimseyi inceleme derdi. Hasan, abisinin ona söylediklerini hatırlayınca yüreği burkuldu. İzlemekten, hayran kalmaktan hala vazgeçmemişti. İlk zamanlarında okuldan gelen öğrencilere, kocaman rengârenk, arabalı çantalarına bakakalıyor, abisine ne zaman okula gidebileceğini sorup duruyordu. İçten içe o da biliyordu cevabı fakat sormaktan usanmıyordu. İlkokulunu köyünde derme çatma bir okulda okumuş, okuma yazmayı öğrenmişti. O günden beri ise ne bulduysa okurdu, tabelaları, otobüs duraklarındaki yazıları, yerlerden topladığı kutuları ve bazen de dişinden arttırdığı parasıyla aldığı gazeteleri…
    Bir serçenin önüne konmasıyla irkildi, hayallerinden sıyrıldı Hasan. Gülümsedi. Geldiğinden beri giydiği yırtık pırtık kıyafetlerine ya da yüzünün karasına, elindeki gazete parçalarına gözlerini dikip bakan insanlardan çok bıkmıştı, çok kırgındı. On dört yaşlarındayken oyunlarına girmek isterdi sokaktaki çocukların, hiçbir zaman alınmazdı. O da tekrar tekrar aynı sokakları arabası sırtında yürür, kimi zaman abisinin yanına giderdi, abisinin yolundayken gözyaşlarını silmeyi, gülümsemeyi ihmal etmezdi. Açıklama yapmak istemez, zaten zor durumda ve her şeyin farkında olan abisine üç maymun oynardı, biraz olsun rahatlamasını sağlayabilmek için.
    Çocukken her şey daha bir acımasızdı Hasan için, işe yeni başlamıştı, bakışlara on kişilik yirmi kişilik tanıdık bir köyden gelmekten olsa gerek çok zor alışmıştı.  Bazı günler kaçardı Halkalı’dan, haftalarca biriktirdiği kuruşluklarla oradan otobüs, oradan minibüs yürüme derken saatler sonrasında Sultanahmet’e varırdı. Bir berberin duvarına astığı gazete küpüründen görmüştü Sultanahmet’i. “Sultanahmet’te Tarihe Dönük İftar” yazıyordu, ışıklar, camiinin yanındaki insanların küçük noktalar gibi kalmasını sağlayan heybeti ilgisini çekmişti. Abisine hiçbir zaman bahsetmemişti tabii bu küçük gezilerinden, bütün gün aylak aylak Ayasofya’nın önünden, Yerebatan’ın önünden geçtiğinden, Çemberlitaş’tan Yılanlı Sütun’a doğru olan yürüyüşlerinden.
    Bu ufak gezilerini sevmesinin büyük bir nedeni camilerin, çeşmelerin ve mekânların heybetinin yanında herkesi içlerine almasıydı elbet. Hasan, kendisini en çok buralarda yerini bulmuş hissediyordu, altı minarenin çevrelediği avluda oturmak, etrafını izlemek… Kendisini bu koca şehirdenmiş gibi hissettiriyor, kimse buralardayken onun kıyafetlerine ya da yüzüne bakmıyordu. İnsanların buraya yabancıların gelmesine turistlerden dolayı alıştıklarından mıydı yoksa camilerin herkesin evi olduğunu düşünmelerinden miydi emin değildi, köyünde hiç böyle görkemli mekânlar, turistler olmazdı, alışamamıştı.  Fakat işin aslı umrunda da değildi sebebi, sadece hoş karşılanmanın, şehirli birisiymiş gibi saflarda durmanın zevkine varmak, yaşlı amcaların ona gel evladım demesini işitmeyi seviyordu.
   Camiler bir yana, bir keresinde bir müzeye gitmiştim, dedi kendi kendine. Bir sürü halının, tarihi eşyaların olduğu bir müzeydi. Adı hatırında kalmamıştı ancak halının en ince detaylarını, on altıncı yüzyıldan kalma olduğunu biliyordu. Kırmızı, bir kısmı eski olmasından ötürü aşınmış Türk halısıydı. Birçok şey öğrenmişti İstanbul hakkında gezerken. Ayasofya’ya hiç girememişti fakat camiler ya da kalabalık olmayan müzelerden aldığı küçük kitapçıkları okuyarak İstanbul’u öğrenmiş, öğrenmeye çalışmıştı. Çoğu zaman hayret etmişti, bu kadar eski yapıların ayakta duruyor oluşuna fakat çoğu zaman da üzülmüştü. Gittiği, gezdiği sokakların, tarihi yolların boş oluşuna ya da meydan çeşmelerinin, kenar çeşmelerinin su akıtmıyor oluşuna… Değerini bilemediği için insanlar adına üzülüyor, kendi çapında sinirleniyordu. İşleyen çeşmelerden olabildiğine su içmeye çalışıyordu.
   Böyle gezintiler yapmanın bir şeyler öğrenip kitapçıkları defalarca okumaktan daha çok zevk veren kısımları oluyordu Hasan için. Böyle eski yapıların dikilen binaların ya da gelişen caddelerin yanında hala tarihi değerini koruyarak ayakta kalabilmesi, meydanı modern mimariye uygun tasarlamalarına rağmen Osmanlı’dan ve öncesinden izler taşıyarak farklılıklarıyla kabul görmesi onu mutlu ediyordu. Kendine benzetiyordu biraz böyle camileri, çeşmeleri. Farklıydılar ancak hala ayaktalardı ve insanlar onlara, onlarca milleti bünyesinde barındıran bu meydana ya da Koskoca İstanbul’a saygıyla bakıyordu. Hasan en çok da buna imreniyordu, görmezden gelinmeyi tercih ettiği, arabasının sokak kaldırımlarında sıkıştığı zamanlarda bunları hatırlıyordu.
   İnsanlar çoğu zaman ona yardım etmeye çalışsa bile böyle zamanlarda bakışlarındaki acımayı ya da iğrenmeyi görünce üzülüyor, belli etmeden usulca teşekkür edip ya da hiçbir şey demeyip uzaklaşıyordu. En çok da bu durumdan nefret ediyordu ya, görmezden gelinmeyi bile tercih edeceği anlar yaşamasından.
   Hasan, kafasını sağa doğru çevirdi ve arabasına şöyle keskin bir bakış attı. Ne düşündüğü, ne hissettiği anlaşılamıyordu bu bakışlarından, yutkundu ve serçenin uçup gittiğini fark etti. Seslice keşke ben de gidebilsem, dedi. Güneş hala yeni yeni doğuyordu ve sokaklar boştu. İşlerini hiç kimse yokken halletmeyi daha rahat bulsa da biraz daha oturmak, dinlenmek istedi. Düşüncelerine derin bir nefes alıp geri döndü.
   Abisinin ölümünden sonra, birkaç yıl önce, Zeytinburnu’na yerleşmişti. Abisinin izlerinin olduğu bir odaya girmek ona ağır gelmişti, İstanbul’un bambaşka yerlerini görmek istemişti. Gezerken karış karış sokakları tıpkı Sultanahmet’te olduğu gibi tarihi görmek istemişti. Geldikten birkaç hafta sonra tıpkı eski dükkândan bozma evi gibi bir yer bulmuş, hayatına olduğu yerden devam etmişti. Günlerini henüz güneş bile doğmamışken çalışmaya başlamak, surları, ilerisini ve etrafını gezip işe yarar kartonları toplayarak harcıyordu. Geçtiği sokaklardan tanıdıkları da olmuştu birkaç yıl içinde, kimileri Hasan’a yardımcı olmak için tek bir poşete topluyor ve kapılarının önüne koyuyordu böyle atıkları.
   Hasan kendisini en çok o zamanlarda iyi hissediyordu, ta ki arabası yine çocukların oynadığı bir sokaktan geçerken takılana dek. Çocuklar daha acımasızdı, kendisi bir çocukken de bu böyleydi ve hala geçerliydi onun için. Yardımcı olmak için yanına gelenler bile arabasına dokunamıyor ya da yüzünü buruşturuyordu.
   Hayret ediyordu Hasan, nasıl olabilirdi bu böyle? Yıllardır yaşadığı bu şehirde, karış karış gezdiği bu sokaklarda hala bir yabancıydı. Ne saygı duyuluyordu, ne de fark ediliyordu. Onu görenler adımlarını diğer kaldırıma yöneltiyordu ya da kafalarını çeviriyordu. Oysaki, diyordu Hasan. Oysaki onlarca millete, yabancıya ev sahipliği yapmış, ev olmuş bu şehir, nicelerini korumuş, sarmalamış bu surlara, susuzluğa derman olan bu çeşmelere, yollara sahipti. Nasıl olur da yıllardır burayı adım adım öğrenen birisi hala insanlarına yabancı olabilirdi, hiç kimse ona adını sormamış, nasılsın dememiş olabilirdi?
   Kitapçıklarda İstanbul’un yabancılara, Türklere herkese ev sahibi olduğu, çeşmeleriyle meydanları renklendirip çarşılarıyla, kemerleriyle şehri beslediği yazıyordu, insanlarının birbirleriyle komşu olduğu, camilerde, meydanlarda, çarşılarda birlikte olduğu yazıyordu. Aklı almıyordu Hasan’ın. Surların yanından yürüyerek geçtiği her sabah, insanlarının nasıl böylesi misafirperver, sıcak, tarihe tanıklık etmiş bir kültür ocağında birbirlerine yabancı olduğunu, yanı başlarındaki türbeleri, medreseleri, camileri ve nicelerini bilmediğini, değer bile vermediğini düşünüyordu, hayret ediyordu.
    Güneş ışıkları yüzünü okşamaya başlamıştı Hasan’ın. İşinin başına demekti bu. Surların tepesinden parlayan güneş ona sesleniyor, sık dişini, bir kez daha ayağa kalk diyordu.  Güneşin dediğine uydu, ayağa kalktı Hasan. Esnedi, gerindi, sağındaki arabasını sırtına yükledi ve yavaşça yürümeye başladı. Ufak ufak çocukların bakkallara ekmek almaya koştuğunu gördü annelerinin terliklerini giymiş bir biçimde. Gülümsedi, boş sokağa yönelip yürümeye devam etti.
    Bir gün daha başlamıştı, bir gün daha bitecek ve daha nicelerini yaşayacaktı. Aklında, anılarında silinmeyecek, bulanıklaşmayacak pek az şey vardı: Surların görkemi, İstanbul’un, tarihinin onu İstanbulluymuş gibi kabul etmesi, ait hissettirmesi. Yürüdüğü bu sokaklar huzur veriyordu ona sonuçta, insanların görmezden geliyor, üzüntüsünü şehre duyduğu hayranlıkla, Galata’nın köprüden görüntüsünü hayal ettikçe bastırıyordu. Balıkçılar, masmavi deniz ve boğaz…
    Keşke diyordu Hasan, keşke İstanbul gibi olabilsek.

13 Nisan 2020 Pazartesi

Çiftlik Fablı, 2015 Bilgi Evleri Yarışması İkincisi.



                       Bir Başarının Hikâyesi

     Güneş ışıklarının kümesin pencerelerinden girip usulca etrafı aydınlatmasıyla uyandı. Tüylerini bir iki kez silkeleyerek ayağa kalktı. Yapması gerekenler vardı Kızıl Tavuk’un. Bugün uçacaktı, tıpkı dostu Minik Serçe gibi.
    Kararlıydı. Bütün kümesin alay konusu olmasına rağmen vazgeçmemişti, başarabileceğine inanmıştı. Şimdi ise kanıtlayacaktı başarabileceğini. Hızlı bir şekilde haftalardır topladığı kuş tüylerini birleştirerek yaptığı kanadın yanına gitti.
  Heyecanlıydı, bugün aylardır verdiği uğraşın vazgeçmeyişinin emeğini alacaktı. İçinde heyecanın yanında korku da vardı az da olsa. Geçen seferki gibi kırmak istemiyordu bacağını. Acısından değildi bu istememezliği, bir ay boyunca oturup hiçbir şey yapmamak canını sıkıyordu onun. Bu en son isteyeceği şey bile olamazdı.
  Karnı acıkmıştı fakat uçacağını düşündükçe içi içine sığmıyor, başı dönüyordu. Amma ve lakin bir şeyler yemez ise açlıktan bayılacağı düşüncesi içini kemiriyordu. Yönünü değiştirdi ve mısır tanelerinin olduğu yere gitti.
  Küçük insancıklar neşe içinde saçıyordu mısır tanelerini etrafa. Ne garip canlılar bunlar yahu, mısırın eğlencesi mi olur diye düşündü.
  Bir yandan iğneleyici, cırtlak sesleriyle onun hakkında ‘hayalperestin teki, asla başaramayacak, ne zavallı ama!’ diyen sıradan tavukları görmezden gelmeye çalışıyordu. Kolay değildi belki ama zorlandığı da söylenemezdi. Kafasını boşaltmalı havadayken anın tadını çıkarmalıydı.
  Bir an tavukların sözlerinin kalbini ilk başlarda ne kadar çok kırdığını, geceleri sabaha kadar gözlerinin beyazı tüylerinin kızılına dönene kadar ağladığını hatırladı. Donup kalmıştı adeta. Ama gülesi gelmişti biraz da. Tavukların sözlerine aldanıp vazgeçmeyi bile düşünmüştü hayalinden ancak saçmaladığını anlamıştı çok kısa bir süre geçmeden. Gülmek istemesinin sebebiyse tavukların hakaretlerine kulak asmasıydı. Ne saçma değil mi? Başkaları karşı çıkıyor diye kendin olamamak? Ne manası kalırdı ki o zaman, kendin olmanın? Her zaman sınırların tavukların karakteriyle çelişip onları boşluğa ittiğini ve engel olduğunu düşünmüştü.
  Saçmaydı sınırlar. Uçmak istemesinin bir sebebi de sınırları kaldırıp, tavuklara yön göstererek anılan bir tavuk gibi olmak, yarar sağlamak istiyordu. Bugün ise bir şanstı, başarıya gitmesi için. Şansını iyi değerlendirmeliydi.
  Hiç anlamıyordu onları, kendilerini başaramam ben, engeller çok diye kandıran fakat asıl engeli kendilerini kısıtlayarak yaratanları. Ne tuhaf değil mi? Kütük gibi, oldukları yerde durmak ve asla olmak istediğin kişi olamamak. Belki de bu sadece tavukların değil de bütün canlıların temel sorunuydu galiba. Gerçi kütüklerde minik kışın bacalarından dumanı eksik olmayan köy evlerini ısıtır, işe yarardı ya…
  Karnını doyurunca renkli tüylerden yaptığı kanadını takmaya gitti. Heyecanı doruklardaydı. Önce sağ ardından da sol kanadı taktı. Planı kümesin karşısındaki tepeden atlayıp havadayken kanat çırparak kümesin üzerinden uçmaktı.
  Hem dostu Minik Serçe’de onunla olacaktı, korkmasına hiç gerek yoktu. Lafı uzatmadan koşar adımlarla tepeye çıktılar. İşte, şimdi zamanı gelmişti başarmanın.
  Tepedeyken ilk düşündüğü şey başardığını görüp onunla alay eden diğer, cırtlak sesli, obur tavukların yüz ifadeleri olmuştu. En azından bu düşünceden teselli bulup korkusunu çok olmasa da azaltıyordu, azaltmaya çalışıyordu.
  Kalbi fırlayacaktı neredeyse heyecandan, korkudan. Plana göre üçe kadar sayıp atlayacaktı ama korkusu buna engel oluyordu. Dostu Minik Serçe’nin endişeli bakışları da hiç yardımcı olmuyordu açıkçası. Nihayetinde derin bir nefes aldı, üçe kadar saydı ve atladı tepeden.
  Fakat heyecandan olsa gerek, unuttuğu bir şey vardı. Kanat çırpmayı unutmuştu ve hızla dağın eteklerine düşüyordu. Ayaklarının altındaki manzaradan da büyülenmişti. Bir an sinek kuşu gibi hayal etti kendini, hızlıca kanat çırpmaya başladı. O kadar hızlı çarpıyordu ki yükselmiş hatta havada asılı kalmayı başarmıştı bile.
  Sadece Kızıl Tavuk değil, dostu Minik Serçe’de heyecanlıydı, en yakın arkadaşı uçuyordu. Tavuklar tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olaydı bu! Şimdi tek yapması gerekenin ileri doğru atılıp, süzülme girişiminde bulunmak olduğunu biliyordu, gerisinin kümesteki mısır saçan küçük kızın çorabının yırtığı kadar hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini biliyordu. Yanılmadı da.
  Uçuyordu! Ona başaramayacaksın diyen, engeller koymaya çalışan sıradan tavukların üzerinden uçuyordu hem de! Başarmıştı işte, aylardır verdiği emeğin karşılığı alıyordu şimdi. Tavukların ve o an orada bulunan diğer bütün canlıların hayran hayran bakışları ve zaferin o sarhoş edici hissiyle hem de.
   Hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu Kızıl Tavuk. Başarmak ne güzel şeymiş diye düşünürken usulca kümesin önüne kondu. Geçen gün mısır koçanları yüzünden kavga ettiği güvercin gibi konmuştu. Etrafına bakınca tavukların ve yem veren iki küçük kızın şaşkın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bir iki kez sevinçle bağırdı ve aynen şunları dedi; ‘Teşekkür ederim, bana başaramayacaksın, asla yapamazsın zavallı tavuklar uçar mı hiç dediğiniz için. Çünkü sizler olmasaydınız asla hırslanıp yapamayacaktım belki de. Kim bilir?’
   O zaman Kızıl Tavuk dâhil bütün kümes halkı anlamıştı, hayatın bazen acı verse de karşılıksız bırakmayacağını.

12 Nisan 2020 Pazar

Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı Film Değerlendirmesi.


                              Ahlat’ın Dalları

    Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan’ın elinden çıkma, kendi hakikatini arayan, sesini fark ettirmek isteyen; suçlulukla harmanlanmış hayallerle taşan, iflah olmaz “romantik” genç Sinan’ın yazarlığa attığı adımları tek tek anlatan ve nasıl yürüdüğü yolda geriye doğru ilerlediğini, başladığı yere mahkum edildiğini fark etme öyküsüdür.
   Sinan sınıf öğretmenliği okumuş, atama bekleyen, askerlikten önce ,köyündeyken, yazılarını zor bela denkleştirebildiği matbaa parasıyla yayınlamış fakat evin bir köşesinde rutubetten sararmış sayfalara dönüşmüş kitabı Ahlat Ağacı’na hayatını yansıtmış, köylü bir gençtir aslında. Bilinmeyene karşı bir heyecan,  doğup büyüdüğü bu toprakların insanlarına karşı duyduğu tiksintiyle yazdığı gözlemci yazıları içeren bir kitap Ahlat Ağacı.
   Ahlat Ağacı, Sinan’ın mütevazi köyünün her yerinde bulunan, şekilsiz, meyvesiz ve Sinan’ın tanımlamasıyla yeri yurdu olmayan, yapayalnız bir ağaçtır. Uyum sağlayamamışların ağacı Ahlat, dallarında nice kalp kırıklıklarını, ölümü taşır hikâyeye.
    Sinan, haliyle üniversiteyi bitirir ve Çanakkale’den köyüne döner. Ailesini uzun süredir görememiş olmanın merakıyla evine dönerken adım attığı gibi sırtına bindirilmiş sorumlulukları hisseder Kuyumcu’nun babasının borcunu Sinan’dan istemesiyle. Sinan tam da bu sahnede fark eder neden ailesinden bunca zamandır kendisini ittiğini, topraklarının insanlarından tiksindiğini. Ona göre birbirine benzeyen bezelye taneleridir bu insanlar, ömür çürütürler tarlalarda…
    Hikâye Sinan’ın eve geldiğinde babasının ve annesinin bitmek bilmez ancak tahammüllü bir alışkanlıkla harmanlanmış didişmelerini, zor bela ders çalışan kız kardeşinin evdeki varlığını ve babasının at yarışı bağımlılığını yüzüne tokat gibi yemesiyle devam eder.  Yabancılaşmış hisseder kendisini, şehirleri, Hatice’nin de dediği gibi kalabalık caddeleri, saçlarını uçuran rüzgârları, yağmurları görmüştür. Kendi gerçekliğini, üniversitede ve sonrasında şehrin hızı ile köy hayatının onu boğan sınırları arasında aramaya çalışır.
    Yazılarını yayınlamak, bezelye tanelerinden farklı olmak ister, muhalefet olmak, her şeye karşı durabileceğini, asla köyde çürütülecek bir hayatı kabul etmeyeceğini düşünür. Köyünde okuyup yazan bir insan olarak, düşünmekten delireceğine ölümü yeğler aslında. Hikâyenin sonunda, kuyuda babasına uzak, kaderin acımasızlığı ve parasızlığın çaresizliğiyle kavrulan Sinan'ı astığını görürüz Ceylan'ın. Sinan’ı Sinan yapan, Yazar Süleyman’ın da dediği gibi iflah olmaz bir romantik gibi her şeye muhalefet olan, tarafsız ve yeri yurdu olmayan, Ahlat gibi şekilsiz, uyumsuz genç Sinan’ın kendisini kaderine teslim ettiğini; var olmanın kuyusunda debelenip durmak yerine, insanlara hissettiği tiksintiyle kendisini asmayı, muhalefet olmaya, yaşamın değer ve sınırsız bir olgu olduğuna dair inancı asla bitmeyecek olan Sinan’ı, ruhunu öldürdüğüne şahitlik ederiz.  Onun yerine artık karşımızda, aslında her insanın yaşadığı kendi çizgini, yolunu kendin çizme ile var olan gerçekliğe, kaderin ve dinin sana biçtiği role boyun eğme arasında bir seçim yapmış, babasının kaderini, onun gibi “işe yaramaz” olmayı kabullenmiş Sinan’ı görürüz.
   Hikâye, aslında her insanın hayatında cebelleştiği iki gerçekliği gözler önüne serer, seçim yapmak için ne kadar debelensek de hayatın acımasızlığı, tek başına Ahlat gibi sağlam duramayacağımız gerçeği ve yalnızlığın dayanılmaz bezginliğinden ötürü her zaman bize biçilmiş, altın tepsilerle önümüze sunulmuş rolleri seçeceğimiz gerçeğini yüzümüze vurur.
    İki seçenek vardır önümüzde doğdumuz anda sunulan: Hakikatini arayabilir, bir kimselerin etrafında toplanıp kul köle olmayı taşranın bağrından kopan çığlıklarla reddedebilir, Ahlat gibi hiçbir şekle, hiçbir kalıba sığmadan büyük bir yalnızlık ve insanların satılmışlığına duyduğun tiksintiyle yaşayabilirsin. Bir diğer yandan ise iradeni topluma satar, hayatını, varlığını sorgulayan cılız fısıltılarla ömrün boyunca rahatsız edilmeyi göze alır ancak bir başkalarının arasında, kabullenilmişliklerle kabullenilip yaşarsın, bir yerin, bir yurdun olur, öldüğünde gömüleceğin bir aile mezarlığın, ait hissettiğin bir köyün… Fakat burada da bitmez, asla karşı çıkamazsın, Hatice gibi kuyumcuların altın kemerlerine, hayatın sana sunduğu bugün var yarın yok maddiyatı karşılığında kendini kaderine bırakır, hikayeni izlersin, yaşayamaz, sınırlarını esnetemezsin. En önemlisi ise varlığının farkına varamaz, var olduğunu hiçbir zaman hissedemezsin.
   Babasının düştüğü borç yatağını öğrendikten sonra kitabını bastırabilmek için önce belediye başkanına, ardından Kumcu İlhami’nin yanına gider. Yazdıklarını bu insanların anlayamayacağının farkında olan, tekrar ve tekrar böyle insanların karşısında kitabı için gereken parayı denkleştirmek uğruna çıkan Sinan hiçbirinden olumlu yanıt alamaz, babaannesinden kalma el yazması defterleri satarak ihtiyacı olan parayı bulur. Kumcu İlhami’nin onu neredeyse kapı dışarı etmesine darılmak bir yana kabaran, köpüren bir öfke ile karşılık vermek ister ancak defalarca böyleleriyle karşılaşmış olmanın verdiği buruklukla kendisini dizginlemeye çalışır, oradan ayrılır. İçten içe farkındadır, muhtaç olduğu insanlardan çok daha iyisi olduğunun, içinde yaşadığı karmaşayla her gün savaşıp bir yandan kitabını bastırmaya, sesini çıkarmaya çalışıp bir yandan da babasının düştüğü durumu idare etmeye çalışır.
    Babası önceleri saygın bir öğretmen olan, edebiyatla iç içe, tıpkı Sinan gibi kalıpsız, yaşamla dolup taşan bir adamdır. Fakat feleğin sillesine uğrar, varını yoğunu kumar masalarında kaybeder, annesine şiirler söyleyen, kuşlardan, yağmurlardan bahseden romantik adam yerine kadere yenilmiş, olması gereken yeri yenilgiyle kabullenmiş bir adama dönüşür. Ve tıpkı o da Sinan gibi, hikâyenin sonunda katili olacaktır içindeki çocuğun, her bir yanını karıncalar sararken, Ahlat’ın dibinde ölümle tanışacak, yaşlandığını fark ederek edebiyatın, felsefenin karın doyurmadığını söyleyenlerden olacaktır.  Kuyudan da su çıkmayacağına, boşuna uğraştığını fark ettiğinde bile oğlunun onunla beraber kazması bu durumu geriye çeviremeyecek, sadece gözlerini bir süreliğine kamaştıracak, belkilere aldanmasını sağlayacaktır.
  Sinan’ın kitabını okuyan tek kişinin, araba için köpeğini gizlice sattığı babası olduğunu öğrenmesinden sonra kaderini kabullenmesi ve kendisini babasının bütün umutlarını su çıkma ihtimaline bağladığı, kurbağalı kuyuda kendisini asması, onun babasına artık işe yaramaz bir kumarbaz gözüyle bakmamaya karar verdiği, aralarındaki bütün buzları kırdığı ve kaderiyle beraber, babasıyla yalnızlaşmayı, sıradanlaşmayı kabul ettiği anlamlarına gelir. Sinan, kitabının hiç satılmadığını, ne annesinin ne de kız kardeşinin onun fısıltılarını mürekkebe çevirip kelimelere döktüğü satırlarını okumadığını öğrenince pes etmenin kıyısına gelmiştir.
   Nihayetinde Sinan, iki seçeneği de görmüş, Hatice ve Süleyman ile konuşmuş, köyün imamlarına kaderden yanmış, bir insanın hayatında yaşadığı iki büyük dönüm noktasına uğramıştır: Önce olgunlaşmış, sonrasında ise kabullenmiştir.
    Bir köy, fakirlikten kırılan, borç yatağında, dedikodu korkusuyla, alacaklı tehditleriyle yaşayan bir aile,  sınırların ötesini görmek isteyen, çevresinden bambaşka bazen rengarenk bazense Truva gibi iki yönlü, karanlık bir genç…
   Olgunlaşmayı olabildiğince geciktirmiş, kabullenilmişleri olabildiğine reddetmiş ancak sınırlarının dışında, imkanlarından, büyüdüğü topraklardan ayrı olamayacağını buruklukla karışmış bir yenilgi, tepkisizlikle karşılamış bir adam…
  Anadolu’dan, içimizden birilerini, bizi yansıtan, seçeneklerimizle yüz yüze getiren, bugünün dünyasında mal varlığımız kadar yer kapladığımızı yüzümüze vuran, Ahlat gibi kalıpsız, reddedişlerle yalnızlaşmış, insanlara tiksinti hisseden gençlerimizin, benim, senin ve bizim; fısıltılarını çığlıklara çevirmek için yazanların, taşradan kopup gelenlerin Ahlat’ın dallarında büyüyen, karıncalar gibi ruhumuzda gezinen ölümle tanıştıran, kaçışları yok eden bir dram hikâyesi…